Paylaş
Şimdi Soma faciası oldu, öncesinde Kozlu ve daha birçokları vardı.
Çalışma dolayısıyla yaşam hakkı ihlalleri hız kesmeden devam etti, bir şeyler değişmezse edecek gibi de görünüyor.
Peki devam etmemesinin yolu ne?
Öncelikle kamu idarecileri ve hükümet -ister ‘iş kazası’, ister ‘meslek hastalığı’ nedeniyle- olsun, çalışma kaynaklı can kayıplarını/iş cinayetlerini vaka-i adiyeden saymamalı...
Çalışma hayatına ilişkin denetim sorumluluğunun gereklerini etkin biçimde yerine getirmeli...
İşçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmasının işverenin keyfine bırakılmayacak bir durum olduğunu ve işyerlerinde sendikanın varlığının işçinin işveren karşısında güçlü hissetmesini sağladığını idrak etmeli.
Soma’dan yırtmaya çalışan bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. O nedenle öncelikle onların sorumluluğundan konuya girdim.
Onlardan sonra sırayı medya, akademi, meslek odası, baro ve sendikanın tutumsuzluğu alıyor.
Şu an için demiyorum. Şimdi maşallah herkes cırcır böceği gibi, susmuyor. Herkesin bir fikri var, herkesin söyleyecek sözü var, herkes öfkeli, herkes şikayetçi.
Ama esas mücadelenin, hukuki mücadelenin şimdi başladığını düşünürsek, kimlerin bu mücadelenin içinde uzun soluklu yer alacağını da bir süre sonra görmüş olacağız.
Bakın mesela, iş cinayeti davalarında çok esaslı bir sorun var: Bilirkişi raporları.
Üniversiteler ve meslek odaları bilim etiği gereği her rapora karşı sorumluluk hissetmeliler. Üniversite kendi akademisyenini sorgulamıyor, meslek odası kendi üyesi olan bilirkişilerin raporlarını bilimsel esaslara uygun mu değil mi diye irdelemiyor, onları etik kurula sevk etmiyor.
Raporlardaki yanlışların, gerçeklerin açığa çıkarılması konusunda gereken hassasiyet gösterilmiyor.
Oysa toplumsal adalet için bunlar elzem.
E zaten mahkemeler topu bilirkişiye atıyor. Bilirkişinin raporu doğrultusunda karar veriyorlar.
Esenyurt davası mesela, bunun tipik örneği. Avukatlar ve aileler bu davada ilk bilirkişi raporundaki yanlışlarla ilgili kavga verdi, mahkeme 3 duruşmada ikna oldu. Mahkeme bu kez Ankara’da bir bilirkişi heyeti oluşturdu. Ankara’nın raporu birinci rapora rahmet okutuyordu. Aynı çizgide, hatta daha kötüydü. Mesela Kayı İnşaat işveren, Alman Ece firması işveren. Bunların temsilcileri yargılanıyor, kazanç sağlayan yönetim kurulu üyeleri yargılanmıyor. Aileler ve avukatları bu yöneticilerin sanık olması için uğraşıyorlar. Zira burada yargılanması gereken onlar ve raporun bunu ortaya koyması gerekiyor.
Aynısı Kozlu için geçerli. TTK işi ihale etmiş, özelleştirmiş, Bu özelleştirme nedeniyle TTK’nın yargılanmasını istediler. Enerji bakanlığı izin vermedi, savcı bu izin vermeme kararının kaldırılması için Danıştay’a gitti. Çünkü bakanlık kararlı izin vermemeye.
Barolar Birliği mesela niye Ostim İvedik davasına müdahil olmaz? Ankara’nın en bilinen davası bu. Meslek odaları ve sendikaların hepsinin bu davaya müdahil olması gerekir.
Bir kere böyle bir müdahillik tahayyülü yok. Dolayısıyla bu tür kurumları yakasından tutup “Yahu vazifeni yapsana” diye silkeleyecek bir atmosfer oluşmadıkça görevlerini yerine getirmiyorlar.
İş Güvenliği ve İş Sağlığı Sempozyumu düzenliyorlar mesela... 8 tane oturum var. Hepsi de bir avukatın davalardan nasıl para kazanacağı, tazminatı nasıl hesaplayacağı, manevi tazminat miktarını nasıl yükselteceği üzerine. Mevcut davaları anlatan tek bir oturum yok. Halbuki olmalı.
Ostim İvedik davasında bir makine mühendisi hayatını kaybetti. Makine mühendisinin hayatını kaybettiği davada bilirkişi heyetinde yine Makine Mühendisleri Odası’nın bir üyesi vardı. “Kamu kurumlarının sorumluluğu olsa bile, o kadar da değil” diye o rapora imza atıldı. O rapora imza atan Makine Mühendisleri Odası’nın üyesi sonradan İş Güvenliği Sempozyumu’nun moderatörü olarak karşımıza çıkıyor. Pes. Bir kamusal sorumluluk idrakı yok en başta.
Meslek odasına diyorsun ki “Burada senin üyen hayatını kaybetmiş. Niye müdahil olmuyorsun?" Maden ‘kazalarıyla’ ilgili ceza davalarında maden mühendisleri teknik nezaretçi vs statüsünde olduğu için Maden Mühendisleri Odası topa girmiyor.
Dolayısıyla ortada büyük bir ahlaki problem var.
Halbuki meslek odaları, uzmanlar ve akademi çıkıp kamuoyuna deklare etmeli, cesaret vermeli. Demeliler ki “Teknik bilirkişi raporlarının yasal mevzuata göre eksiğini fazlasını söylemek için çalışma grubu kurduk. Adalet mücadelesi sürdüren bize başvursun. Biz de onlara mütalaamızı vereceğiz”
Yapmıyorlar.
Çoğu topu sadece hükümete atıyor, kendi üstlerine düşen vazifeleri hakkaniyetle yapmıyorlar.
Burada siyasi partileri konuşmuyoruz ama istisnalar hariç siyasetçiler zaten şov peşinde. Mesela seçim öncesi Bakırköy’de duruşma var. Adalet Arayan İşçi Aileleri adliyenin önünde basın açıklaması yapıyor, aileler konuşuyor.
AKP’nin belediye başkan adayı 20 kişiyle gelip cart diye öne geçiyor. Diyorlar ki “Hop, önde aileler durur, sen arkaya geç.” Aileler açıklamalarını yapıyor. Başkan adayı “Ben belediye başkanıyım. Beyanat vermek istiyorum” diyor. Halbuki dışarıdan beyanat yasak, aileler konuşacak, soru varsa hukukçular yanıtlayacak, sonra da gazetecilerle toplanıp duruşmaya girecekler. Başkan adayına söz düşmüyor ki burada. Onlar sanki bunu söylememiş gibi, Başkan adayı fiilen konuşma yapıyor. “Hadi” diyorlar “Dava 2.5 yıldır sürüyor ama bu arkadaş durumu şimdi idrak etmiş, bu da iyidir. Bundan sonra da inşallah gelir.”
Tabii bir daha ne gelen var ne giden.
Yakınları iş cinayetinde hayatını kaybeden ailelerin Vicdan ve Adalet Nöbeti oluyor. Nöbete bir kurum temsilcisi geliyor, varsayın ki bir sendika veya Oda temsilcisi... “Bana söz vereceksiniz, değil mi?” diye soruyor. Kardeşim, o nöbette aile konuşuyor, otur dinle, o acıyı paylaş. “Bana söz vermeyecekseniz niye geleyim” diyor. Oysa zaten temsilen geliyor.
Tablo bu yani.
Medya desek, o da toplu ölümler dışında iş cinayetleri konusunda olması gereken hassaiyeti göstermiyor.
Bir facia olduğunda herkes kamera önüne geçmeye veya mikrofona konuşmaya pek hevesli ama davalarda yerlerinde yeller esiyor.
Yalan mı?
Paylaş