Yüzü pudra kovasına banılmış, gotik yapılar gibi gökyüzüne uzanan sarı peruklu kadınların etekleri nasıl kabarıktır öyle, değil mi? Böylece vücut tipleri nasıl olursa olsun, korsenin de yardımıyla geçmişin kadınları belleri ince, kalçaları dolgunmuş gibi görünebiliyorlardı. Ama bu kabarık eteklerin bir faydası daha vardı. Böylece kimse fiziken burunlarının dibine kadar giremiyordu. O kabarık etek buna engeldi. Aynı şekilde aristokratların, prenseslerin gelinliklerini düşünün. Ve o gelinliklerin metrelerce uzunluğundaki kuyruklarını. O kuyruğun ihtişamı dışında bir işlevi daha vardı: Arkasından gelenle araya adam gibi bir mesafe koymak. Biz hep herkesin kendine ayırmak istediği zamandan bahsedip dururuz. Ama bir de kendimize ayırmak istediğimiz alan var, değil mi? Nedense konuşurken, tokalaşırken birbirimizin burnuna gireriz. Oysa Batı’da bunun adı konmuş: “Personal Space”. Yani kişisel alan. Kişisel alan, bir kişinin psikolojik olarak kendi alanı olarak belirlediği alandır. Karşınızdaki kişiye ne kadar yakın durabileceğinizi onun kişisel alanı belirler. Ve o istemeden kişisel alanına dalarsanız eğer, rahatsızlık belirtileri göstermeye başlar. Örneğin Amerikalılar kişisel alanlarını geniş tutmayı sever. Konuşurken, hatta tokalaşırken karşılarındaki kişiden ortalama 1.2 metre uzaklıkta dururlar. Avrupalılar ise daha yakın durmayı sever; onların aralarındaki mesafe 0.6-0.9 metre civarındadır. Gelelim Türklere... NLP (Sinir Dili Programlaması) uzmanı Cengiz Eren, Türkler duygusal ve dokunsal insanlar olduklarından, konuşurken karşısındakinin koluna, dirseğine, omzuna dokunmayı sevdiklerinden birbirlerine çok yakın durduklarını söylüyor. Kişisel alanımız bir kol mesafesiymiş. Tüm bunları niye yazdım? Çok basit. Yıkanmıyorsanız, deodorant kullanmıyorsanız kaçarı yok, ter kokacaksınız. O zaman en azından kendinizin ve diğerlerinin kişisel alanına dikkat edin. Etmediğiniz takdirde ter kokunuzla çevrenizi terörize edersiniz. Bu kadar basit.
Kir kokuyla temizlenmez
Alice in Chains ter koktuğumuzu iddia edince merak ettim, rakamlara baktım. Geçtiğimiz aylarda Unilever markası Rexona’nın deodorant kategorisinde yapılan araştırmayı paylaşmış, Türklerin deodorant tüketimi veya tüketememesi epey ses getirmişti. Bu araştırmaya göre her yüz kişiden Avrupa’da 80’i, Kuzey Amerika’da 95’i deodorant kullanıyor; Türkiye’de ise her 100 kişiden 33’ü. İngiltere’de yılda kişi başı deodorant harcaması 11 euro, Türkiye’de ise 1 euro. Sonuçta, Türkiye’de deodorant ihtiyaç değil, lüks olarak algılanıyor. Aslında burada mevzu deodoranttan çok kişisel hijyen. Ve soru “Ne kadar temiziz?” Mart ayında Sağlık Bakanlığı’nın “Sağlığınız için suya sabuna dokunun, hastalıklardan kurtulun” adıyla yeni bir kampanya başlattığını düşünürsek ne kadar temiz olduğumuza siz karar verin. Sabun ve Deterjan Sanayicileri Derneği’nin verilerine göre kişi başına düşen sabun tüketimimiz de dünya standartlarının çok altında. Kişi başına düşen yıllık sabun tüketimimiz 600 gram, sıvı sabun tüketimimiz ise 100 gram. Yine Türkiye’de çeşitli şehirlerde yapılan araştırmalarda işletmelerin yüzde 70’inde sıvı sabun kullanılmadığı, yüzde 20’sinde ise hiç sabun olmadığı tespit edildi. Bu verilere baktığımızda Türkiye’nin ter yerine açık hamam gibi kokmasını bekleyemezdik, yalan mı?