Paylaş
Çok çırpınıyoruz ancak “Yıkmıyoruz, taşıyoruz”un yok etmekten bir farkı olmadığını anlatamıyoruz.
Tarih, zorunluluk hallerinde, bu iş üzerine profesyonelleşmiş kişiler ve şirketler tarafından taşınabilir.
Müzelere veya zorunluluk hallerinde yok olmamaları amacıyla orijinal yerlerinden taşınan tarihi eser örnekleri pek çok.
Mesela Mısır’daki Ebu Simbel tapınağı baraj gölünün altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve 1968 yılında parçalanarak yapay bir tepeye taşınmış, parçaları yeni yerinde birleştirilmiş.
Tabii bunları yapan herhangi bir inşaat firması değil.
Neye kızdığımızı, Emek’in tarihi ve hayatımızdaki yerini bir türlü anlayamayan inşaatçı dostlarımız bu tip örneklere bakarak “yıkmayıp taşınmanın” bir yöntem olduğunu düşünmekteler.
Emek için yürüyen bir grup insan da önlerine taş koyuyor, işlerini engelliyor; onlar için olayın özeti bu.
Sinemanın olduğu yerde, olduğu biçimde kalması gerektiğini, nasıl anlatabiliriz, nasıl anlatmalıyız, artık tıkanma noktasına geldik.
İstanbul’da iş yapacak herhangi bir inşaatçı, önce şehrini, tarihini değil, en çok cebi nasıl dolacak, onu düşünecek elbette. Sinemanın altta olması onu maddi kayba uğratıyorsa, taşıyalım diyecek. Taşıyacak da.
Herkesten bir Çelik Gülersoy hassaslığı ya da şehir aşkı beklemiyoruz fakat madem Kamer İnşaat, Emek’i anlayamıyor, tarihine hakim insanlara kulak vermesi şart.
Nasıl bir örnek versek de “yıkmayıp taşıyoruz”un anlamsızlığını anlatsak inşaatçı dostlarımıza?
Konuya “Emek bir Ebu Simbel değil” diye yaklaşacak olursanız da...
Şöyle anlatmayı deneyelim: Emek’i taşımak, 100 yıllık bir fotoğraf alıp, fotokopisini çektirerek çerçevelettikten sonra orijinal olanı “zaten eski” diye çöpe atmaya benziyor.
Ha, cep dolduğu takdirde inşaatçı dostlarımız için bir sorun yok, ona eminim.
Yine de söylemek istedim...
Türkiye Müzik Ödülleri’nden kalanlar...
- Artık çok iyi biliyoruz, böyle büyük törenler, televizyondaki yayına yönelik düzenleniyor. Canlı yayında olabilecek aksaklıkları engellemek, ses sorununu ortadan kaldırmak için konusu müzik olan bir gecede dahi playback tercih ediliyor.
Ses, organizasyonda bir sorun olmaktan çıkınca, şova ağırlık verilebiliyor böylece. Şov, işin önemli bir kısmı olsa da adı Türkiye Müzik Ödülleri olan bir gecede canlı performans ya da en kötü ihtimal yarı canlı performans bekliyor insan.
- Gece, televizyonda nasıl göründüğüne yönelik ilerlediği için esasında oraya gelen tüm konuklar, sanatçılar birer “dekor” oluyor.
Amaç gerçekten müthiş bir ortamı ve şovu ekrana yansıtmak olmalıyken, konu “Ortam önemli değil, televizyonda müthiş görünmesi yeterli”ye dönüşmüş.
Bilhassa konuklar sağa sola çekiştirdiğiniz salon bitkisi muamelesi görüyor.
Misafirler Oscar’a geliyor gibi hazırlanıyor, fakat sosyal davranış kurallarından bihaber görevlilerle muhatap oluyor, kollarından çekiştiriliyor, kaba muamele görüyorlar.
Nereye adımınızı atsanız “Oradan değil, şuradan geçeceksiniz”, “İki adım ileri, bir adım geri gideceksiniz”, “Üç kere kendi etrafınızda dönüp sonra diğer kapıdan geçeceksiniz” diye giderek anlamsızlaşan cümlelerle sizi “yönlendirecek” biri illa çıkıyor karşınıza.
Organizasyon eksikliğinin ceremesini misafirler çekiyor.
Her ne kadar iş televizyona yönelik yapılsa da ortamda olan biten önemli.
Böyle büyük organizasyonlarda çalışanlar, en ayarsız misafiri dahi nezaketle idare edecek niteliklere sahip olmalı.
Detay gibi görünen kimi konular, esasında organizasyona dair algıyı yönetir. Vaziyet böyleyken Türkiye Müzik Ödülleri’nin bu gösterişli ismin içini doldurmasına biraz daha vakit var gibi görünüyor.
Hazırlığı için büyük emek ve para harcanmış bir geceydi şüphesiz.
Payı olan, yorulan herkese teşekkür etmek gerekir. “Harika bir geceydi, inanılmazdı, herkesin ağzı beş karış açık kaldı” demek, puan toplamak işin en kolayı...
Ancak gerçekten olan biteni, iyi kadar kötüyü de konuşalım ki bir adım daha ileri gitme fırsatımız olsun.
Yanılıyor muyum?
Paylaş