Güne kafe-restoran gibi başlayıp ilerleyen saatlerde kulübe dönüşen bistro tarzı mekanlara yemek yemeye kulak tıkacıyla gitmek lazım. Ses düzeyi insanı bitiriyor.
Mekan sahipleri ince ayar yapmalı bu konuda. Geceyi erken baÅŸlatmak için çok ısrarlılar, lokmaları boÄŸazımıza diziyorlar. Â
Bir kere, 6-7 gibi yemek yemeye kalksanız, geceye başlamak için erken. Buluşma saatini 8’e, 9’a öteleyince de masada yemek yemek, sohbet etmek varoluş savaşına dönüşüyor.
Bir bakıyoruz daha saat 10 olmamış ama müziğin sesi öyle yüksek ki, Türkiye Milli Pandomim Takımı olmuşuz. Sesimizi duyuramıyoruz, el-kol hareketi yapmaktan bitap düşmüşüz. Etrafımızdaki tüm masalar aynı sıkıntı içinde. Herkes birbirine "Nee, bir daha söylee" diyor, kulağını masanın ortasına doğru uzatıyor; eller, kollar havada uçuşuyor.
Bünyeler muhabbet etmek istiyor ama ne mümkün!
Üstelik çatalımızı göremiyoruz, içerisi en fazla bir Ortaçağ hanı kadar aydınlık.
Ortaçağ’dayken sorun yoktu tabii, garsona laf anlatmana gerek yok. Mönüde sadece et, kadın ve şarap var. Gelen yemeği görmeye de gerek yok. Butları "Röahh" diye ısıra ısıra yiyiverirsin, biter.
Fakat şimdi iş başka. Garsonla iletişim kurmak şart. "Salatamda üç buçuk damla zeytinyağı olsun, etim sekiz dakika on saniye pişsin, sos istemem, şarabı çok soğutma..."
Şu ışık seviyesi de çok mühim. Stadyumda gece maçı oynar gibi aydınlık olmayacak tabii ama izin ver de çatalımı göreyim. Salatamdaki solucan mı, soya filizi mi bileyim.
Zaten bu aralar zehirlenen zehirlenene. Son zamanlarda kimi mekanlardaki yemeklerde İstanbul toprağının fauna özelliklerini takip etmek mümkün.
Tırtıl, sümüklü böcek... Hepsinin tadını bilir olduk. Neyse, bu da ayrı mesele.
Ne diyordum, evet, müzik.
"Kısın şu müziği" demiyorum. Makul bir ses düzeyinde, insan gibi muhabbet edebiliyor olmalıyız diyorum.
Sevgili mekan sahipleri, sorarım size. Müziğin sesi saat 10’da gece kulübünün desibel seviyesine yakınsıyorsa mutfak niye 11:30’a kadar açık?
10’da yemek yemek isteyen adam midesine ramazan davulu muamelesi çekilirken ne yapsın?
Bu loş ortam ve gümbür gümbür müzik sadece yeni yeni flört edenler için güzel. Direkt ayarsız samimi ortam.
Ancak yaptığım gayrıbilimsel bir gözleme dayanarak söylüyorum ki, bistro tarzı mekanları tercih edenlerin yüzde 85.9’u kutlama yapmak ya da muhabbetli bir akşam yemeği için orada bulunuyorlar. Birbirlerinin yüzüne saatlerce bakacak, kulaktan kulağa konuşmanın avantajıyla fingirdeşecek olanlarsa ortama 11’den sonra düşüyor.
Yani diyorum ki, her biri ayrı can dostum mekan sahipleri, sesimizi duyun. Size ortak bir şikayeti iletiyorum. Karşımızdakini görmek ve sesini duymak için kendimizi paralamayalım.
Erken saatte elimde içkim, tarlada dalgalanan başaklar gibi salınmak istiyorsam bir dolu mekan var, oralara giderim.
Vakit bol efendiler, hele bir durun. Önce yemek yenile, muhabbet edile, disco dancing’e sonra geçile.
Hemen bir şey anlatmam lazım yeri gelmişken. Bu yaşadığımı kendisine bizzat anlatabilirdim ama köşeden laf atmak varken neden ona söyleyeyim, değil mi? Adet yerini bulsun.
Şöyle bir hadise geldi başıma: White Mill’de bir gece barda bir arkadaşımla, ellerimizde içkilerimiz, pırasa gibi dikiliyoruz. Mekan gittikçe doldu, saatler ilerledikçe 50 santimetrekarede hem birbirimizle, hem yanımızdakilerle mecburen yakın temas halindeyiz. Yanımızda üç erkek arkadaşıyla eğlenen, zamanında Tarkan’ın klibinde "hüp"lenen Kimya Mühendisi güzelimiz var. Artık, bizi tehdit olarak mı gördü, erkek arkadaşlarını çalacağız mı sandı, bilmiyorum. Dirseğiyle itiyor, ayağımıza basıyor, özellikle çarpıyor, sanki "kraliçe arı benim" diyor. Zaten kalabalık, gidecek yerimiz yok. Sonunda "Eeeh yeter, bununla mı uğraşacağız, gidelim" dedik ve erkek arkadaşlarıyla onu yalnız bırakarak rahatlattık...
Kız kıza çıktığımızda adamların yılışıklıklarıyla zor uğraşıyoruz, şimdi bir de kadın tacizi çıktı başımıza Onur’cuğum, sorma.