Nurettin Hasman, sen Eda Taşpınar’la ayrıl, akıllara ziyan bir beyanatta bulun: “Dostluğumuz devam edecek. Sonuçta biz medeni insanlarız. Anadolu’da yaşamıyoruz...”
Bu arada bir insanın yazısında her gün mü bir ikoncan olur. Gören de kin besliyorum sanacak. Yok ayol, öpüyorum yanaklarından, bilakis. Fakat sanırım bir süre kendime ikoncan perhizi vereceğim. Ama kardeşim, bunların da her gün bir şeyi çıkıyor, yazmasan olmaz. şimdi Nurettin Hasman’ın en has eski Türk filmi repliklerini anımsatan lafını yazmayayım da ne yazayım? E.T. (kusura bakmazsanız artık kısaltma kullanacağım, yoruldum) ile ayrılıklarıyla ilgili böyle magazin literatürüne geçecek lafı etti ya. Bu cümleyi okuyunca önce beynim, sonra çenem kilitlendi. ınsan karşısındakini kendi gibi bilirmiş, “şimdi bu adam nasıl etti bu lafı” deyiveriyorsun. Vallahi, ben bu tip laflar hakikaten bir tek eski Türk filmlerinde vardır sanıyordum. Ne bileyim, hatırlasanıza, Hülya Koçyiğit’in filmi Kezban’daki sahneler mesela. Babasının ölümünden sonra ıstanbul’a amcasının yanına taşınan köylü kızı Kezban, ızzet Günay-Selma Güneri ve arkadaşlarından mürekkep bir grup “şehirli” tarafından sürekli alay konusu edilir. Saçlarından entarisine kadar, onlara göre son derece taşralı görünmektedir çünkü. şimdi benim de Hasman ve eşrafıyla ilgili çok acayip tahayyüllerim oluyor tabii bu beyanatın ışığında. Böyle Kezban filmindeki gibi ızzet Günayvari, Selma Günerivari karakterlerden oluşan bir arkadaş grubuyla “Nnnnanadolu nnnçok köylü bir yer, nndeğil mi, nnşimdi onlar nnçiçekli entari de giyiyorlardır AAAAHAHAHAHA” diye muhabbetler geçtiği, kahkahalar patlatıldığı hayali kurduruyor insana. Ha, bu arada, hepsiyle az önce konuştum, Heredot’un, Thales’in, Homeros’un, Diyojen’in, Strabon’un ve Anadolu’nun tüm eski “medeni” sakinlerinin çok selamları var. Yenileri de çok ayıpladılar seni bak haberin olsun Hasman. Teessüfleri var sana.
Elleriniz dert görmesin
Şu canım rakıya üvey evlat muamelesi yapılıyor ya, çok üzülüyorum, geceleri yatağımda sessiz sessiz ağlıyorum. Son olarak onu en iyi arkadaşları olan kavun, peynir ve balıktan da ayırdılar zaten; aslanımın sütü çok bedbaht, akşamları dertleşiyoruz ara sıra. Fakat Mey ıçki nefis bir manevrayla “Bu dostluk bozulmaz efendiler, bak kanuna aykırı düşmeden nasıl da gözünüze sokarız tatlı tatlı” dediler, elleri dert görmesin. Bakın size söyleyeyim sevgili TAPDK, tavrınız akıllı ellerde yoğruluyor, istediğiniz etkinin tam tersini yapıyor bu arada. Yasaklarınız, rakı-meze kavramının akıllarda daha çok perçinlenmesine yarıyor. ınsanın bir rakı masasına oturup, mezeler ve balıkla, Vedat Milor gibi zevklenesi, kendini kaybedesi geliyor! Diyeceğim o ki, rakı muhabbetini adabıyla yapan sevgili okur, sen onlara bakma, keyfini yap arada... Yanında süt ürünlerinin viskoz kıvamda ve sarmısak-naneyle çeşnilendirilmiş olanıyla, biyolojide “alg” denen tabiat-ı mahlûkatlarla ve pek tabii en yakın 3 dostuyla...
Rakıyı adabıyla emeceksin!
18 yaşından büyükseniz, okumaya devam ediniz. Valla, insanı öyle bir kıllandırıyorlar ki, şurada bir çocukluk anısı anlatacağım, o bile boğazıma dizildi bak şimdi. Diyecektim ki, rakıyla nasıl tanıştınız, şöyle düşünün bir geçmişi... Efendim, ben çok küçüktüm söylemesi ayıp. Diş ağrısı yüzünden tattım ilk defa kendisini. Pek hassastı dişlerim, Tipitip çiğnemekten teker teker çürürdü hepsi. Fakat ağrıdan zıplayana kadar sesimi çıkarmazdım. Eh, olacağı biliyorum tabii, 80’lerde, bir çocuk için dişçide bir seans, en iğrenç Hollywood gerilim filmi işkencelerini aratmazdı. O zamanlardan aklımda kalan silikon tabancası büyüklüğünde bir iğnedir mesela. Neyse canım, ne diyordum, 7 yaşında mıyım neyim, bir gün gece yarısı vurdu ağrı. Annem panik halinde doktorumu arıyor, o da “Pamuğa biraz rakı damlatın, apseli yere koyun” diyor. Annem koyuyor pamuğu, ben de emip emip “Anne bu bitti” diye geri veriyorum. Rakıyı pamuktan adabıyla emeceksin demedi ki kimse bana! (Ha, kimse “emeceksin” de dememişti, o ayrı...) İlk kelle olma anım da budur herhalde...