Paylaş
Bizimki gibi insana can, mal güvenliği, tutarlı bir yaşam vaat etmeyen, istikrarsız koşullarda yaşamaya mecbur eden bir yerde, nostaljiye kaçış, sürekli üzüntülü olma halinden ziyade bir ağrı kesici. Güzelliği yeniden hissetmenin, yeniden yaşatmak için bir neden bulabilmenin çoğu zaman tek çaresi.
Uzun zamandır ortak bir hissimiz var: Kendimizi yalnız hissediyoruz. “Fanusta” hissediyoruz.
Güzel sanatların, müziğin, estetiğin, güzel hislerin, güzel davranışın, medeni iletişimin günlük yaşamımızdan uzaklaştığını, yaşamımıza bunların tam tersinin yüceltildiği sığ bir anlayışın hakim olduğunu hissediyoruz.
Derinlikli ve manalı bir yaşamı sadece belirli bir inanca, belirli bir yaşam tarzına ve satın alma gücüne bağlayanların ortak yaşamımızı şekillendirdiği bir hayata mecbur edilmişiz gibi hissediyoruz.
Böyle düşünenlerin ve yaşayanların sesi o kadar yüksek çıkıyor, o kadar bağırıyorlar ki, yaşadığımız yerde tutunacak bir dalın veya insanın kalmadığını düşünüyoruz.
Herkes birbirine soruyor, herkes birbirine “vah vah”lanıyor: Nereye gitti o güzel insanlar? Sokakta birbirlerine nazik davrananlara ne oldu? Ortak iletişim diline ne oldu?
TRT Arşiv’de izlediğimiz eski programlarda herkesin birbirine azami nezaketle yaklaştığı o tatlı dile ne oldu?
O şekilde davrananlar ve konuşanlar toplu halde öldüler mi? Hayır.
Sadece sesleri çok çıkmıyor. Zaten “ses çıkaran” hayatlara hiçbir zaman sahip değillerdi, sahip olduklarını ve düşündüklerini göstererek, duyurarak yaşamazlardı, şimdi birileri avaz avaz bağırınca, pek görünmüyorlar haliyle.
Sokaklarda avaz avaz bağırmanın, gösteriş yapmanın, toplumsal yaşam kurallarına uymamanın “ayıp” olduğunu öğrenerek büyümüş, sıraya girmeyi “enayilik” saymayan, başkalarının hakkını gözeten, tanımadığı insanlarla medeniyet çerçevesinde konuşmayı bilen milyonlar bir anda yok olmadı bu topraklarda. Buradalar. Bağırmıyorlar sadece.
Tespit yapmaktan yorulmadık mı?
İnsanı şu sıralar bas bas bağıranlar dışında en çok kim yoruyor biliyor musunuz? “Parmak kımıldatmadan ağlama edebiyatı” yapanlar. “Karaköy bitti, Beyoğlu bitti, İstanbul bitti, Türkiye bitti” diye konuşmanın şu dönemde pek de zor olmadığı konusunda herhalde hepimiz hemfikiriz.
Bu tespitleri yapmak çok da zor olmasa gerek.
Fakat tüm enerjimizi bu tespitleri yapmaya ve olduğumuz yerde oturmak suretiyle üzülmeye harcarsak, kalan güzellikleri görmeye, filizlenenleri yeşertmeye halimiz kalmayacak.
Bu ülkede hâlâ ısrar ve inatla yaşayan ve zorlamalara karşı duran milyonlarca insan var. Ha, sesleri çok çıkmayabilir, Twitter’da veya ana akım televizyon kanallarında avaz avaz bağırmıyor olabilirler ancak bu, kendilerine dayatılan koşulları, arzu etmedikleri bir hayatı kendilerine zorla verilmesini kabul edecekleri anlamına gelmiyor.
Vaziyet böyleyken, evet, nostaljiyi seviyoruz, çünkü bize güzel değerlerimizi hatırlatıyor.
O yüzden belki bizimki nostalji değil de güzel hisleri olanların hâlâ aramızda dolaştığını bilme arzusu.
Dolaşıyorlar, buradalar, ülkelerini çok seviyor ve sentetik gündemlerin, sentetik tartışmaların içinde olmayı reddediyorlar.
O zaman buyurun size hafta sonu nostaljisi. Biraz güzellik, biraz estetik, biraz mimari, biraz da eğlence...
1- TRT Arşiv’i açıldığından beri bağımlılık şeklinde izliyorum. Adile Naşit’li “Uykudan Önce” zamanına yetişemedim, küçüktüm. Benim akşamları uyumadan önce anne ve babamdan sonra tek gördüğüm yüz Derya Baykal’ınkiydi. 1986’da başlayan Derya Baykal’lı, Cingöz ve Cimcime’li Uykudan Önce’nin bölümleri TRT Arşiv’de var. Şimdi bile mutluluk kaynağı!
2- “Nasıl da izlememişim?” dediğimiz filmler kontenjanından: Alain Delon’un ilk büyük filmi “Plein Soleil”. Yetenekli Bay Ripley’in orijinali. Müthiş bir film, müthiş İtalya görüntüleri, Roma’da gezinti ve Ischia sahilleri... Bugünkü Roma ile 1960’ın Roma’sı arasında pek fark yok. Elbette insan İstanbul’u düşünüyor ve “Koruyabilseydik, ne olurdu?” sorusunu soruyor.
3- YEM Yayınları’ndan yeni çıkan 20. Yüzyıl’da Türkiye Mimarlığı... 1800’lerden başlıyor, 30, 40, 60, 70’lerden bugüne kadar geliyor, önemli binaların fotoğraflarıyla birlikte tarihi bilgiler eşliğinde veriyor, değişim yüzyılını mimariden yola çıkarak Türkiye özelinde ele alıyor. Elimden bırakamıyorum, Doğan Hasol’a teşekkürlerimizle...
4- Nurullah Ataç’ın, köşe yazılarını topladığı “Günlerin Getirdiği” derlemesi. Günlük hayata, insanlara, dünyaya ve Türkiye’ye dair nefis tespitlerini eğlenceli diliyle aktarıyor, hep gülümsetiyor. Kitap 1957 tarihli. Okuyun, “İnsanlar değişiyor ama konular hiç değişmiyor aslında!” diyeceksiniz.
Paylaş