Dün Arzu Kaprol ve Paris Moda Haftası’ndan girdik, şehir notlarına gelemedik.
Şimdi efendim, bir yandan defile, bir yanda koca şehir ve kısa zamana sığdırılmış bir deneyim, insan hangisinden başlayacağını bilemiyor... Neyse, ben bir başlayayım da gerisi gelir elbet.
Paris’in çoğu yüzyıl başından kalma apartmanlarını gördüğünüzde hep o iç cızlaması oluyor. Eh, insan doğal bir refleksle hemen kendi memleketini düşünüyor. Kendinizi “İstanbul, kat karşılığı arsa, kat karşılığı müstakil ev yıktırma sistemiyle büyüyüp çirkinleşmeseydi, eski yapılar korunsaydı neye benzerdi”yi düşünürken buluyorsunuz.
Paris’e romantik diyorlar ya, bence kulak tıkacıyla gezerseniz romantik. Bu kadar gürültü Mecidiyeköy’de yok arkadaş.
Yine “Romantik Paris” meselesinden dem vuracağım, bakın söylüyorum, insan bu şehre balayına gelse zehir olur. İnsana muamele pek fena. Bir değil, iki değil, üç değil. Hayır yani snobluk da nereye kadar arkadaşım. Kafeye gidiyorsun, binbirrrrrrr nazla sana bakan servis elemanına İngilizce menü soruyorsun, “cık” deyip gidiyor. “Yardımcı olayım, ne içerdiniz” yok! Bir başka gün Eyfel’i karşıdan gören Trocaderau meydanında bir kafeye gidiyoruz. Oturduğumuz gibi kalkıyoruz çünkü yemek yemeyenler Eyfel’i görmeyen kısımda oturabilirmiş. Servis elemanı masadaki çatalı gösteriyor, “Bak bu ne demek? Yemek yeniyor burada” diye. Şimdi ben o çatalı senin popona saplamaz mıyım. Seni o çatalla Şanzelize’ye kadar kovalamaz mıyım. Valla ben Paris’in romantizmini o kafede bıraktım sevgili sesini Edith Piaf gibi titretemeyen Habitus okuru.
Meşhur bir antrikotçusu var Paris’in, ismi Le Relais de l’Entrecôte. İlginç bir sistemi var, rezervasyon yaptıramıyorsunuz. Yemek yemek istiyorsanız 7’de açılan restoranın önüne gidip cezalı gibi sıra beklemeniz gerekiyor. Şanslıysanız kısa zamanda oturursunuz. Değilseniz aç biilaç saatler beklemeyi göze almanız lazım. Biz şanslıydık, çok beklemeden girişteki masalardan birinde yer bulduk. Fakat burası da en fena masaymış. Çünkü sıradaki herkes size bakıyor, lokmanızı sayıyor “hadi bitirin, biz burada aç bekliyoruz” der gibi. (Bu arada, sırada bekleyenlerden biri de Bo Derek idi. Beklediği her an sırayı bozup ‘siz benim kim olduğumu biliyor musunuz da bekletiyorsunuz’ demesini bekledim ama hiç istifini bozmadı, sırasını bekledi. Ne yapayım, bizim memlekette ‘mekana ünlü girmesi’ fena bir hadisedir ya hani, benimki oradan kalma bir refleks. Hani mekan sahibi tüm ekibi seferber eder, insanlar sizin masanıza sandalyenize çarpa çarpa koşturur, lokmanızı tükürürsünüz...)
Şehirde taksi demek sıkıntı demek. Ancak duraklardan biniyorsunuz, öyle yoldan zırt diye durduramıyorsunuz genel olarak. İyi gün dostu gibi taksiler valla, lazım olduğunda yok. Eski dost metroya ihanet etmemeli. Metro candır.
Montmartre bölgesine gitme fırsatınız olmazsa nehir kenarında “Paris hatırası” satan ressamların, çok eski kitapların ve dergilerin bulunduğu standlara mutlaka göz atın. “Sonra gelirim” diye almazsanız, üzülürsünüz. Bakınız, bendeniz bu hataya düştüm, şimdi 50 sene öncesinin sanki Elle’lerini, 20’li yıllarda basılmış klasikleri hasretle anıyorum...