Paylaş
Konu her ne kadar henüz test aşamasında olsa da yeni nesil şanslı, pek kıskandım onları ve “Bizim suçumuz neydi” demeden geçemeyeceğim.
Çok iyi hatırlıyorum. Ortaokul ve lisede sistem daha farklıydı ama ilkokuda kesinlikle haftalık ders programı verilmezdi. Hamal gibi ne kadar ders kitabı ve defter varsa çantaya tıkıştırıp okula taşırdık. Çantalar her zaman taşıyabileceğimizden ağır olurdu. Eylülden hazirana, haftada 5 gün sürerdi bu işkence.
Okulda dolap olması hakikaten çok büyük masraf mı diye birbirimize sorardık. Ne olur ihtiyacımız kadar kitap taşısak, ödevimiz olursa kitaplarımızı eve götürsek, bu işkence son bulsa diye hayal kurardık.
“Ne kadar çok yazı yazarsak o kadar iyi öğreniriz” anlayışı geçerli olduğu için günde 5 saat tahtadan deftere yazı geçirirdik.
Orta parmağımın kalemi bastıran yerindeki şişlik o senelerden anı olarak duruyor. (Bir de öğretmenin kendisi tahtaya yazacağına, kürsüsünde oturur, dersleri yazısı güzel olanlara yazdırırdı.
Ben de bu işkenceyi gören o talihsiz çocuklardan biriydim. Önce dersleri tahtaya yazar, sonra da defteri tam olanlardan geçirirdim, yani yazı yazma süresini ikiyle çarpın)
Bunlar eski hikayeler değil. Kemikleşmiş alışkanlıklar bir “tık” ile değişemiyor ne yazık ki. Yüz kiloluk çanta taşıma-bayılana kadar yazı yazma sisteminden doğrudan tablet dünyasına geçiyoruz.
Üstelik işin ilginç olan kısmı şu: Sistemin içeriği değil, tabletin kendisi anlatılıyor. Mesela, tabletin çalınması sonucu, alet kendi bağlı bulunduğu okulla irtibatı kesince çalışmaz hale geliyormuş, bu, süper bir özellik olarak konuşuluyor. Teknik özelliklerine herkes hakimken işleyişle ilgili fikir sahibi olan pek yok.
Eliyle yazı yazarak, kitabın altını çizerek çalışmaya alışmış bir neslin alışkanlıkları henüz dünyanın başka bir yerinde olmayan bir sisteme aktarılıyor ama tabletin işlevi değil, biçimi konuşuluyor. Kusura bakmayınız, bu da bana biraz acayip geliyor.
Sevgili anne-baba ve öğrenci Habitus okurları. Bilgisayarınızın başına geçiniz ve bizlere tablet sistemi ile ilgili görüşlerinizi yazınız. Düşüncelerinizi merakla bekliyoruz...
Çaresizlikten mi?
Günay Musayeva, Tolga Karel rezaleti için Kelebek’ten Sinem Vural’a “Rezalet bir gece oldu. Kocam daha sonra benden af diledi. Benim burada ondan başka kimsem yok. Karnımda da bebeğini taşıyorum. Son kez onu affettim. Çocuğum babasız büyümesin diye bu fedakârlığı yapmak zorundaydım. Başka çarem var mı?” açıklamasını yaptı.
Başka çare olmaz mı be Günay? Bu, herhalde günümüz “aldatan koca- bir başıma kalmayayım diye sineye çeken kadın” modelinin magazin versiyonu olsa gerek.
Çocuğun babasız büyümesi mi daha kötü yoksa hamileliğinde BİLE aldatmış bir kocayla kalmak mı daha kötü bilinmez. Üstelik gören de töre yüzünden canı tehlikede olan, yoksulluğun pençesinde ve hakikaten çaresiz durumda hisseden bir kadın olduğunu düşünecek.
“Çarem yok” yerine “Şans vermek istiyorum, denemek istiyorum” deseydi en azından daha doğru bir mesaj verirdi. Şimdi onun “çaresizliğini” gören ve hakikaten çaresiz koşullara sahip olduğunu düşünen kadınlar “O bile böyle diyorsa biz ne yapalım” demezler mi?
Paylaş