Paylaş
Efendim, önce Berlin’e, oradan İtalya’nın Sardunya Adası’na gittim. Sardunya’dan “Memleketime dönüp toprağı öpmek istiyorum” hisleriyle döndüm.
Hakikaten, bazen insanın yaşadığı yere daha çok bağlanması için uzaklaşması gerekiyormuş, bunu gördüm.
Hepimizde vardır: Gözümüze güzel görünen bir yerlere gittiğimiz anda “keşke burada yaşasak” muhabbeti yapmazsak işimiz rast gitmez.
Bir Akdeniz kasabasına yerleşip, siz deyin domates, ben diyeyim limon, bağ-bahçe ile uğraşmak, orada bahçıvanlık yapmak, herhalde en çok hayale konu edilen meslektir. (Domates ve limon bu kadar çok hayale konu olduğunu bilseydi inanmazdı ya, neyse.)
Tabii bir yerde yaşamakla orayı turist olarak gezmek bir değildir malum... O yerin karmaşasını yaşamadan, düzenine adapte olmadan, orada bir “yabancı” olarak varolmanın zorluklarını tatmadan “keşke şu x memlekette yaşayabilsek” demek pek kolaydır. Şöyle söylemek lazım aslında, “Ziyaretçi” olmak güzeldir, çünkü orada geçici olarak bulunduğunu bilirsin, yabancı olmanın keyfini sürersin, şehrin düzenine geçici olarak “oralıymış gibi” adapte olma imkanı elde edersin. Bu bir mecburiyet değil, bir seçimdir ve konforu benzersizdir.
Fakat bir ülkede “yerleşik yabancı” olarak varolmaya çalıştığında iş başkalaşır. Güzel yanları da vardır ama olumsuzluklar bir yandan fena bastırır.
Farklı bir kültüre adapte olmanın zorluğundan tutun, her an hayatının ortasına çöreklenebilecek ırkçılığa, farklı damak tatları ve alışık olmadığınız nitelikteki insan ilişkilerine kadar bin türlü zorluk, etrafınıza karşı duvar örme konusunda itici güç olur.
İşte, kendi ülkeleri dışında yaşayan insanların, bulundukları yerlerde “kendi küçük memleketlerini” kurma arzusu da bundan ileri geliyor.
Bu, şehirleri değiştiren en önemli etkenlerden biri.
Kimi şehir zamana yayılmış bilinçli bir dönüşüm süreci yaşıyor, kimiyse “bir zamanlar burada” ile başlayan cümleler kuran üzgün insanlarla dolu harcanmış, çirkinleştirilmiş şehir kalıntılarına dönüşüyor.
Direncin adı kültür karmaşası
Bulunduğun yerdeki düzene olan direncin bir başka ismi aslında “kültür karmaşası.” Bunu görmek için ülkelerarası seyahat de gerekmiyor, yoğun göç alan büyükşehirlere bakın, bu durumu yakından hissedersiniz. Göç alıp kontrolsüzce büyüyen şehirlerin nasıl karakterini kaybettiğini merak ediyorsanız, işte size cevap.
Her zaman “karakter kaybı” olmuyor tabii, kontrollü değişim şehre “karakter, nitelik değişimi”, kontrolsüz değişimse özelliksizleşmeyi getiriyor.
Mesela, Berlin ya da New York gibi şehirlerin 100 yıl içinde yaşadığına ve bugün geldiği noktaya bakarak karakter değişimi yaşadığını, bunun karşısında İstanbul’un bu süreç içinde sahip olduğu özellikleri yavaş yavaş kaybetmekte olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Kaybetmese de sonuçları önceden kestirilemez bir değişim süreci yaşıyor.
Mimarinin değişmesi, insan ilişkilerinin biçim değiştirmesi, doğanın bitmesi, plansız, programsızca büyüme, kirlilik, kalabalık, niteliksizleşme ve tüm bunların getirdiği sürekli eskilere duyulan özlem... Birbirinden bağımsız gibi görünen ama birbirine kalın iplerle bağlanmış bir sürü “şehir özelliği” sayabilirim size.
Peki sonra ne oluyor? Türkiye sınırları dışında karşılaştığımız güzel şehirlerde “Keşke biz de kendi şehirlerimizi korusaydık, cilalayıp parlatsaydık” benzeri cümleler kurarken buluyoruz kendimizi.
İstanbul gibi eski ama iyi korunmuş, bakılmış, niteliğini yitirmeden ayakta kalmış ya da bizim güney sahillerinden daha az güzel ama pazarlaması iyi yapılmış (dolayısıyla bizim tatil destinasyonlarından daha iyi bilinen) yerlere gidince “keşke sendromu” içine girmemenin bir yolu yok galiba...
Paylaş