Paylaş
IKEA’nın, kurulduğu yer olan İsveç’in Almhult kasabasındaki merkezinde 3. kez düzenlediği “Demokratik Tasarım Günleri”ndeyiz.
Burada tek odak noktası var: Ev. Evimiz. Yuvamız.
“Ev” dediğimiz yer neresi?
Ev, fiziksel bir alan mı tarif ediyor yoksa soyut kavramlarla oluşturduğumuz bir konfor alanı mı?
Sınırlarını beton duvarlar mı çiziyor yoksa zamana göre değişen, kimi zaman sokağa, mahalleye, hatta başka şehirlere taşan bir ruh hali mi ev?
“Huzur” kavramı içinde direnç var mı?
Sürtüşme, tartışma bunlara dahil mi?
Peki evi “ev” yapan nedir? Kokusu mu? İçindeki objeler mi? O evin içinde yaşananlar, hatıralar mı?
Yoksa tek mesele “benim” dediğimiz bir alana sahip olmak mı?
IKEA’nın araştırma ekibi, her yıl farklı ülkeden binlerce ailenin kapısını çalıyor ve bu soruları soruyor.
Bu sene ortaya çıkan sonuçlar şaşırtıcı.
Günlük hayatın geçmiş dönemlerden çok daha hızlı değiştiği bir çağda, geçmişle karşılaştırıldığında “ev” ve içindeki objelerle olan ilişkimiz tamamen değişmiş görünüyor.
Artık ev, “fiziksel bir alan” değil.
Soruları yanıt verenlerin yüzde yedisi “ev”i “fiziksel bir alan” olarak tanımlıyor.
Özellikle 18-29 arası dijital çağa doğmuş genç kitle, kendilerini yerleşik olarak yaşadıkları yerin dışındayken “evde” sayıyor.
Peki bu, geleceğin evleri için ne anlama geliyor?
“Evler, dışarıya taşınıyor” diyor IKEA’nın CEO’su Peter Agnefjall.
Daha küçük evlerde, alanları akıllı kullanmak zorunda kaldığımız koşullarda, daha hafif malzemelerle yapılmış fonksiyonel objelerin çağındayız.
Peki evlerimizi “ev” yapan kavramlarla olan ilişkimiz nasıl
değişiyor?
“Uzun bir zaman boyunca, dünyamızı daha yumuşak bir yer haline getirmeye çalıştık. Elbette sivri köşeleri olan bir dünyadansa ‘yumuşak’ olarak tanımlayacağınız bir dünya daha iyi hissettirir fakat işleri ilginç kılmak için sürtüşmeye, dirence de ihtiyacınız vardır.
“Meydan okuma” hissi sizi ileriye götürür.
Bu, insan ilişkilerinde de böyledir, eğer karşınızdaki size sürekli yumuşaklık hissi verirse, tek alışverişiniz “yumuşaklık” hissi ise, ondan sıkılırsınız. Hayatın her alanında insan dediğimiz canlının ihtiyaç duyduğu bu duygu, evlerde de kendini gösteriyor.
Konfor duygusundan bir adım öteye gidiyor, dokular ve kontrastlarla kendi ‘konfor’ alanımızda bile bize meydan okuma hissini yaşatacak arayışlara giriyoruz.”
İşte Delft Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü’nden Marieke Sonnefeld, kendi konfor alanımızda, kendi evimizde “daha çok hissetmek” için oynadığımız oyunları böyle anlatıyor...
Nedir bu oyunlar?
Mesela kendi evimizi “hacklediğimizde” daha iyi hissediyoruz.
Bir mobilyanın küçük bir parçasını değiştirdiğimizde, boyadığımızda, bir objeye yeni kullanım alanları yarattığımızda evimiz daha çok “ev” oluyor.
Evdeki objelerle ilişkilerimiz değişmiş durumda, sadece sahip olmak için satın almak mutlu etmiyor.
Gerçek tatmini, sevdiğimiz bir aktiviteyi gerçekleştirebilmemize aracı olacak bir obje satın almak sağlıyor...
Dokularla oynamamızın, kontrastlarla verdiğimiz o keskin duygunun, objelerle kurduğumuz bu yeni nesil ilişkinin tek amacı var:
Daha çok hissetmek.
Güzel bir sürpriz: Pınar Demirdağ
Yeni dokuların, yeni anlam arayışlarının peşinde giderken, IKEA bu sene bir de güzel bir sürpriz yapıyor...
Ortak koleksiyon çıkardığı sanatçıların arasında bu sene bir Türk de var.
“Dijital Couture” sanatçıları Pınar Demirdağ ve Viola Renate’nin markası Pınar&Viola’dan, grafiklere anlam kazandıracak bir özel koleksiyon istemiş IKEA.
O çok bilinen kuzey İskandinav ülkelerine mahsus grafik dilinin biraz dışında, bir hayal dünyasıyla karşılaştık Almhult’ta....
Pınar, bu koleksiyonu anlatırken “Dünyamız ‘yabancı olanı kabul edememe’ üzerine kurulu bir sistemle çalışıyor.
Biz eşitliği, ırk, cinsiyet eşitliğini vurgulayan işler yapıyoruz, bir ‘dijital ütopya’ yaratıyoruz... Bu dünyaya herkes davetlidir, herkes hoş karşılanır, insanlar arasında ayrım yoktur. İşte bu koleksiyonda da bunlar var” diye tarif ediyor.
Peki IKEA ile bir Türk sanatçının yolu nasıl kesişti? Pınar Demirdağ kimdir?
Onun da hikayesi yarına...
Paylaş