Paylaş
Valla kusura bakma-yacaksınız ama ben çok özlüyorum.
Ha şimdi bir de “90’larda geçirilen çocukluk” olayı çıktı, bak işte ona alışamıyorum. 5 sene sonra bu defa “2000’lerde çocukluk yaşamak” meselesini konuşacaklar, o zaman ben ne yaparım onu da kestiremiyorum.
Yok, kabullenemiyorum yılların bu kadar çabuk geçmiş olduğuna. Daha dün kadar yakın gelen bir zamanda 30’luklara “abla” gözüyle bakarken şimdi ben oldum abla. (Hatta teyze. Resmen teyzeyim. Neyse) 2000’de çocukluklarını yaşayan kardeşlerimin “Vay be ne güzel yıllardı” demesine çok az kaldı. Hayır yani ne anlatacaklar onu da merak ediyorum.
“Ne oynardık ama PSP...” Need for Speed’in başından kalkamıyordum...” “Teletubbies vardı, ne acayip...” Bu mu yani?
Sonra, hepsi annelerinden ziyade “abla”larını hatırlıyor olacaklar. Çalışan anne çocuğu olmaktan bahsedecekler. “Ben bilgisayımla tek başıma iyiydim olum odamda” diyecekler...
Eh, asosyalliğin kitabını yazmış/yazmak zorunda bırakılmış bir nesilden bahsediyoruz.
Bilgisayarlarından kafayı kaldırıp kitap okumayan... Sokağa çıkmayan... Çok konuşmayan... Etrafında olan bitenden habersiz...
Eh, alışkanlıklar hızla değişince, kendi ülkesini, dünyayı, etrafını merak etmeyen bir nesil yetişti.
80’ler 80’ler diye boşuna demiyoruz.
Biz herhalde “merak etmek zorunda kalan” son nesiliz. Ansiklopediden ödev yazan, evde derdine çare bulamayıp kütüphaneye gitmek zorunda kalan, sürekli soru soran.. Eh, n’apalım, google yoktu.
Oyunlar için de durum benzer.
Bilgisayar başında büyüyen çocukları düşününce benim saçma sapan oyunlarım bile kendimi 80’lerde çocukluğunu yaşamış olmaktan ötürü iyi hissettiriyor.
Bence benim oyunlar daha iyi!
Tüm arkadaşlarım benden 2-3 yaş büyüktü, anaokuluna da gitmediğim için onlar ilkokula başladığında gündüzleri arkadaşsız kaldım. Eh, tek başına oynamaktan çok sıkılırdım. Anneanne ve anne de her zaman yaşıtın gibi olmuyor tabii. Sonra oyunlar icat ettim.
Misal, “sıraya girmecilik” oyunu saçma sapanlıkta zirveye oynayan oyunlarımdan biri.
“Nasıl bir oyun bu sevgili Habitus” diyeceksiniz.
Basbayağı. Kolunuza bir çanta takıp önünüzdeki hayali sıraya giriyor ve küçük adımlarla ilerliyorsunuz. Sıradaki diğer insanlarla muhabbet ediyorsunuz. Sonracığıma, “dikey küvet” projemi de anlatmam lazım. “Madem yatay bir küvetimiz yok, ayakta küvet keyfi de gayet mümkün” deyip duşakabini kapattıktan sonra boğazıma kadar suyla doldurmam... Annemin gelip “ne yapıyorsun sen orada” demesi ve duşakabini açması... Banyoyu su basması... Çarşaflardan evin bir köşesinde mağara yapmak ve bir süre orada yaşamak... Halının belirli yerlerine basmamak suretiyle (çünkü orada timsah var) Indiana Jones’culuk oynamamış çocuk var mıdır onu da bilmem.
Bu arada oyuncakları da hâlâ saklarım. Barbie’lerim mesela...
Arada çıkarıp ruh hastası gibi saçlarını, üstlerini başlarını düzeltiyorum, en ufak aksesuvarına bile iyi bakıyorum, 40 sene sonra nefis vintage oyuncaklar olacaklar.
Sonra, kutu oyunlar, Kızma Birader, Milyoner, Titanik Batıyor, Gizli Hedef... Kendi kendime bile oynardım bunları.
Onları da saklıyorum demek isterdim lakin sevgili anneciğim onları bir ara atmış.
Şimdi yenilerini alıp koyuyorum eve, yakında evde yürüyecek yer kalmayacak.
Eh, hal böyle olunca kayda değer bir “kutu oyun” kültürü edinmiş bulunuyorum.
Kutu oyun demişken, şimdi siz sanıyorsunuz ki, sadece yok Monopoly’di, yok Jenga’ydı, yok Scrabble’dı, sadece ‘yabancı oyunlar’ satılıyor.
Bakınız Düş Enstitüsü, yüzde yüz Türk tasarımcıların elinden çıkma kutu bir oyun üretti. Adı Köşe Bucak. Türkiye ile ilgili her detayı konu eden bir kelime oyunu.
Bence ergen kardeşlerim ve Türkiye’de yaşamasına rağmen kültürle bağlarını isteyerek/istemeyerek koparmış herkes için faydalı.
Bilhassa da 2000’lerde büyüyenler için... Okulda öğrenemediklerini oyunla öğrensinler bari.
Paylaş