Paylaş
Scientology’den ünlü tenisçi kardeşler Venus ve Serena Williams’a, son yılların konuşulan olay ve isimlerinin hikayelerini araştıran Amerikalı belgeselci Alex Gibney’nin son işlerinden...
Steve Jobs ve Apple’ın hikayesini çok okuduk, çok izledik...
Fakat bu sefer Jobs’un karakterinin derinliklerine giden bir yapım var karşımızda...
Evlatlık verilmiş bir çocuk olan Steve Jobs, bir gün bir arkadaşlarıyla oynarken, aralarından birisi “Ne yani, gerçek ailen seni istememiş mi?” diye sorunca dünyası başına yıkılıyor...
Onu evlatlık alan anne ve babasına koşuyor, onlardan ise “Biz seni özel olarak seçtik” yanıtını alıyor...
İnsanların olaylara vereceği tepkiler, o ilk kodlar çocukken yazılır ya...
İşte, yetişkinlik yıllarında hem “istenmeyen” hem de “özellikle seçilmiş” olma hali arasında gidip gelen bir adama dönüşüyor Steve Jobs...
19-20 yaşlarında onu kavuran bir “aydınlanma” arzusu var...
19 yaşında bu yolda Hindistan’a kadar gidiyor ancak istediği aydınlanmayı burada yaşayamıyor.
Bir gün bu, kendi ülkesinde gerçekleşiyor.
O “aydınlanma” anına, ilk Apple’ı tasarladığı anda eriştiğini düşünüyor ve hatta Budist bir rahip olan spiritüel akıl hocası Kobun Chino Otogawa’ya bunu söylüyor...
Bundan sonrası bildiğimiz hikaye, Apple’ın hikayesi...
Steve Jobs’ın karmaşık duygusal dünyasını ona yakın olan kişilere soruyorlar...
İlk çocuğunun annesi ders gibi bir cümle kuruyor: “Eğer bir kişi aydınlanıyor ama ego olduğu yerde duruyorsa, oradan iyi bir sonuç çıkmıyor...”
Jobs, müthiş bir gözlem gücü olan bir adam olarak tarif ediliyor.
İnsanların neye ihtiyacı olduğunu onların davranışlarını gözlemleyerek anlıyor ve elindeki veriyi, ürününü sattırabilecek bir çerçeveye sokabiliyor...
Gözlem gücünü, daha iyi işler yapmak için kullanabiliyor bir başka deyişle. Fakat...
Empati kurabilme becerisi olmadığını, duygusal bağ kuramadığı için bu bağı bir cihazla kurduğunu ve herkesi de o cihaza bağlanmasını sağladığını...
Kendini içten içe yiyen bir adam olduğunu...
Çalışanlarına yönelik acımasız ve gaddar davranabildiğini...
“Adalet” kavramını kendi dünyasından gördüğü haliyle, biraz kendine yönelik algıladığını gösteriyor biraz da bu belgesel...
Övmüyor ama yermiyor da...
Galiba son sözü biraz izleyiciye bırakıyor.
Önemli bir mesaj veriyor bu hayat hikayesi.
Herkesin kulağına küpe olacak türden bir mesaj...
Herkes aydınlanma yaşayabilir.
Kendine farklı açıdan bakabilir, hatalarını anlayabilir, kendi davranışlarını başkasının gözündenmiş gibi görmeye başlayabilir....
Fakat o ego, o “ben, ben ve ben” hali kocaman, dağ gibi duruyorsa...
Aydınlanmanın illa önüne geçiyor.
Ego ile aydınlanma aynı kapta karışınca, o tadı kötü bir karışıma dönüşüyor...
Rexx’te film izlemek...
Kadıköy’de bir Reks (O zamanlar Rexx değildi) vardı bir Süreyya...
Kadıköylülerin ilk sinema anılarının mekanları bunlar.
13 yaşında The Bodyguard’ı burada izledim...
15 yaşında Braveheart’ı da burada izledim...
Sayısız film izledim burada, bugün 36 yaşında, 15 yaşında aynı yerde izlediğim filmden çıkar gibi, aynı kapıdan çıktım, Rexx’in Yıldız Alpar bale salonuyla paylaştığı kapıdan Kadıköy’ün sokaklarına karıştım.
Şu yukarıda anlattığım anları yaşayabileceğiniz o kadar az yer kaldı ki...
İnsanı İstanbul ile ilgili en derinden üzen konuların başında geliyor bu “şehir hafızasının çalınması” halleri.
İstanbul Film Festivali’nde önceki hafta gösterilen ve çok ses getiren Kapalı Gişe, bu sektördeki tekelleşmeyi anlatıyordu ama esasında konu sosyal hayat ve bunların hepsi bir bütün.
Sinema sektörü tekelleşiyor, AVM’lerden başka adam akıllı gidecek sinema kalmıyor, çeşit kalmıyor, bildik tanıdık yerler yıkılıp taşınıyor-şehrin hafızası kalmıyor, beğeni düzeyi düşürülüyor, üstüne bir de sefil düzeyde bir hizmet, aşırı pahalı yiyecek ve içecekler derken sinema işkenceye dönüşüyor.
Rexx gibi gerçekten keyifle film izleyeceğiniz yerler hala var ama sayıları öyle az ki...
Umarım ben 66 yaşına gelince de aynı şimdi durduğu yerde bulurum Kadıköy’ün güzel sinemasını...
Paylaş