PaylaÅŸ
Hakikaten, düşünün bir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok.
1990’lı yıllara dönüp bakmanız yeterli.
Neler vardı o zamanlar…
Müzik…
Rock’n Roll…
Ãœniversite saadeti!
Bar muhabbetleri…
Ama en önemlisi de…
Radyo!
Eve dönünce, yalnız kalınca…
Yalnızlığını bastırmak için debelenince…
Bunun için bir çare arayınca…
İçindekileri kusup, sesini duyurmak isteyince…
Ver elini, pardon ver kulağını radyoya.
90’lı yıllarda yaşayanların en büyük ortağı, sırdaşı…
Şimdikiler nasıl internete kapanıyorsa, bundan yirmi yıl öncekiler de radyoya…
Pansuman yapmak için, içindeki kanayan yalnızlığına.
Ne de olsa yalnızlığını unutmak istiyordu insanoğlu.
İstiyordu ki birileri onu anlasın, yalnız olmadığını fısıldasın kulağına.
Frekanslarına dokunsunlar ruhunun.
Ve bunu anlayan azınlıktaki bazı insanlar, kült birkaç radyo programıyla ulaşıyordu insanlara.
Konuşulan konularsa…
Hayatı; kadınlar, seks, sokaklar ve özgürlük dörtgeninden oluştuğunu düşünenler…
İçindeki ‘hiç’liği abuk subuk davranışlarla eşeleyenler…
Bunu başaramayınca da eşelediklerinin üstünü yine farklı davranışlarla örtmeye çalışanlar…
Ama aslında o örtünün sadece ucunu kaldırsalar görmeye korktukları o gerçekle yani yalnızlık gerçeğiyle yüzleşemeyenler…
Gerçek aşkı bulduğu halde özgürlüğünü yitirecek korkusuyla aşkı görmezden gelerek aslında o anlarda içlerindeki yalnızlığın kölesi olanlar…
Yaşanan her anın tadına, farkına vararak yaşamak varken, belki de her şeyin bir saniyede öğüttüğü teknolojik hız nedeniyle hayatı hızlı yaşamak isteği.
Belki de bu nedenle en insani duygularımızın bile bize yük olduğunu düşünerek incelikleri görememek.
Sohbet bile edememek, yapılan espriyi bile anlayamamak…
Ve en insanı zayıflıklarımızı yaşayarak hayatta yol almak yerine görmemek için onları bilinçaltına süpürmek!
Ve bunu yaparken de aslında kendi yalnızlığında kaybolmak…
Kendi içindeki mutsuzluk ve yalnızlık dehlizlerinde boğulmak…
Bu boğulmacadan kurtulmak için de;
Düzenli hayat yerine dağınık yaÅŸamayı, sisteme karşı gelmeyi, çalışmayı hiçe sayarak hayata tutunmaya çalışmak… Â
İşte tüm bunların ve görünürde etrafında çok kadın olan ama aslında hiçbir kadının bile olmadığı, hatta ve hatta kendini bile göremeyen iki adamın hikayesi…
Dünya onların etrafında dönüyor, ünlüler, istedikleri gibi yaşıyorlar ve güçlüler.
Ama tüm bunlar sözde!
Seks, sokak ve gönlünce yaşamayı hayat sanırken aslında ruhlarındaki güçsüzlüğün onları getirdiği nokta.
Hep kazanıyorlar görünseler de onlar aslında birer kaybeden!
Siz de onlardan mısınız?
E, malum, günümüzde kaybeden çok var.
O zaman ‘kaybedenler’ buraya lütfen!
Gelibolu, Devrim Arabaları filmlerindeki başarılı ve ‘örnek’ yönetmenliğiyle bir kez daha övgüleri hak eden Tolga Örnek’in yönetmenliğinin yanı sıra aynı zamanda filmin senaryosunda Mehmet Ada Öztekin ile imzası var.
Sadece bu filmin değil aslında hayatın senaryosunu da yazarak…
Bize; aslında neleri, nasıl kaybettiğimizi görmemiz için bizi bu kulübe çağırıyorlar
‘Kaybedenler Kulübü’ne!
Bizi kulübe diğer çağıranlar kimler peki?
Ahu Türkpençe, Nejat İşler, Yiğit Özşener, İdil Fırat, Rıza Kocaoğlu, Serra Yılmaz, Erdal Küçükkömürcü, Şafak Başkaya, Şenol Erdoğan…
Her birinin yıldızlaştığı oyuncuların rol aldığı bu film, kaybedenleri yani bizi bize anlatıyor ama gözümüze sokmadan.
Hiçbir sahne ‘mış gibi’ değil bu filmde.
Nejat (Ä°ÅŸler) ‘Kaan’ karakteriyle kendini oynamış adeta. Geçen yıl izlediÄŸim ‘Sondan Sonra’ tiyatro oyununda, baÅŸarılı ve alkışlatan, er meydanında gördüğüm bir ahu vardı. Ä°ÅŸte o Ahu (Türkpençe) ‘Kaybedenler Kulübü’nde ‘Zeynep’ karakterini özümseyerek canlandırdığı performansıyla ortaya gerçek, bizden birini çıkarmış, baÅŸarılı oyunculuÄŸuyla. Aşık olduÄŸunda da, içimizi acıtan ayrılık acısını yaÅŸadığında da,Âinandığı deÄŸerlerin peÅŸinden giderken de…
Yiğit’i (Özşener) ‘Mete’ olarak bu filmde ve daha önce ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filminde izlerken de aynı cümleler çıktı ağzımdan, ‘Filmlerde ve farklı karakterlerle olmalı hep, oyunculuğunu her filminde kendini aştığının kanıtı olarak.’
Aynı şekilde Yiğit’in Serra Yılmaz’la karşılıklı oynadığı sahneler, hayatın başarılı kompozisyon karelerinden…
Ya Rıza Kocaoğlu’na ne demeli?
Bir adam düşünün. Tüm bir hayatını tek bir koltukta geçiriyor.
Canlandırdığı karakterle; mizahi unsurlarla duygusal durumu incelikle harmanlarken tebessüm iliştiriyor yüzümüze. Sonra da kalbimize ve ruhumuza yaka çiçeği yapıyor ‘Ne kadar da yalnızız’ cümlesini.
***
Yalnızlık fiziksel değil psikolojik bir şey aslında. Yani fiziksel değil içsel…
Neden böyle peki?
İçinde, en diplerde kendini yalnız hissetmek, sevgisiz olmakla eşdeğer.
Herkes sevilmek ve deÄŸerli olduÄŸunu hissetmek istiyor temelde, bu kadar basit.
Ama işte bunu kabul etmek de bir o kadar zor, açık etmek korkutuyor insanı.
Sevgisizliğini, gerçekten sevilmediklerini bildiği ve de karşısındakine sevgisini belli etmek istemediği için bu kadar sarpa sarıyor hayatları.
Kendi olamayan, kendini sevemeyen, kendini ortaya koyma cesareti gösteremeyen biri de işte ancak böyle yüzünde yalandan bir gülümseme ile yaşıyor, Kaan - Mete ve hayata onlar gibi bakan birçok insan.
Sevgi eksikliğinin paralelinde, kendinden memnun olmayan, dahası kendini sevmeyip, kendine anlayış göstermeyen bir birey, tabiî ki karşısındaki insanı sevemiyor.
Karşısındakini dinlemek yerine karşısındaki kendini dinlesin, karşısındakini takdir etmek yerine karşısındaki kişi kendini takdir etsin, hep birileri ona gülsün, onu onore etsin istiyor.
Ki bu şekilde sevgi açlığının kapanacağını sanarak!
Ama tabii ki düşünüldüğü gibi olmuyor, sevgi açlığını kapatmak yerine gün geçtikçe ruhta daha büyük yaralar açılıyor, kapanması her geçen gün daha da zorlaşan.
Kaan ve Mete hiçbir şeyi takmıyormuş gibi görünen iki karakter. Ama işte film onların taktıkları gerçek dertlerini, yalnızlıklarını ve acılarını, hatta cesaretsizliklerini de gösteriyor aslında.
KAYBEDENLER BU KULÃœBE YA KAZANANLAR NEREYE?
Kaybedenleri gördük, şimdi de kazananları görelim.
Kazanan var mı sahi?
İşte bu noktada Paulo Coelho’nun ‘Kazanan Yalnızdır' kitabı aklıma geliyor.
Coelho o kitabında ‘Kazananlardansanız, o halde yalnızsınız!’ görüşünü…
Halbuki tam tersi olması gerekir değil mi?
Öyle olduğu düşünülür.
Yani kazandıkça, çevresi kalabalıklaşan…
Ama öyle değil işte.
Kazandıkça ya da kaybettikçe içindeki yalnızlığı artan.
Ne dersiniz?
Kazanan yalnız mıdır gerçekten?
Bu noktada her iki filmde yani kaybeden ve kazanan filminde başrol hep yalnızlığın!
Yalnızlık standart!
E, ne de olsa yalnızlık ömür boyu!
***
‘Kaybedenler Kulübü’ filminde; Moody Blues, Otis Redding, Mazhar Fuat Özkan, Asu Maralman, Ferdi Özbeğen müziklerinin yanı sıra filmin ruhunu yansıtan rock’tan caz’a uzanan müziklerde; Can Göx, Gülce Duru, Erdem Tarabuş, Cavit Ergün imzası var. Hele de filmle bütünleşen ‘My Woman’ şarkısı alıp götürüyor.
Bu yazıyı yazarken, film müziklerinin cd’sinden çalan melodiler kulaklarımda yankılanırken sorumu yinelemem gerekirse…
Kaybeden var mı sahi?
Peki ya kazanan?
Ya da şöyle soralım.
Kimler kaybeden, kimler kazanan?
Bu etiketlemeyi yapmak neye göre…
Ki bir insanın; kaybeden mi kazanan mı olduğunu öğrenmesi için sanırım bu soruya vereceği en doğru cevap, ona ne olduğunu gösterecektir, hem benliği, insanlığı hem de kendi hayatı adına.
Kaybeden misin, kazanan mı?
a) İyi ki yaşamışım!
b) Pişmanım!
Yaşadığın aşkta da, hayatta geldiğin noktada da artılarıyla eksileriyle iyi ki yaşamışım diyorsan kazanan, pişmanım diyorsan kaybedensin!
                                                        ÂMELÄ°KE BÄ°RGÖLGE
PaylaÅŸ