İzmir civarının en eski yerleşim birimlerinden Urla kasabası, şimdiden baharla sarmaş dolaş olmuş. Antik çağda ünlü felsefeciler, modern zamanlarda ise dünyanın en ünlü şairlerini yetiştiren Urla ayrıca lezzetli yemekleriyle de adını Türkiye’nin dört bir yanına duyurmuş.
Karadeniz’den bir sıçradım, baharın iyiden iyiye kucakladığı Ege’ye iniverdim. Aslında İzmir civarına bahar erken gelir ama bu kadar da değil. Şubat ortasında pırıl pırıl günleri yaşamak Egeliler için sürpriz olmaz ama hava bu kadar ısınmaz. Güneşe rağmen soğuk ısırır, rüzgar üşütür.
Urla’ya vardığımda hava bahar kokuyordu ama çevrede yine de kış yalnızlığı hakimdi. Yazlık yörelerin kış aylarında hüzünlü bir görüntüleri olur nedense. Ses soluk çıkmaz sanki, sadece nereden estiği belli olmayan rüzgárın uğultusu duyulur. Sokaklardaki tempo yavaştır, sakindir, içine kapanıktır. İzmir civarına ne zaman gelsem, Urla, Mordoğan, Karaburun, Çeşme, Alaçatı turunu yapıp, gözlerimi yarımadanın güzellikleriyle doldururum.
Şubatın ortasında yine Urla’daydım. Gelmeden önce Nedim Atilla ile Nezih Öztüre’nin birlikte hazırladıkları, "Vourla-Urla’da Zamana Tanıklık" adlı kitabı okumuş, defterime birçok not almıştım. Kitap bitince baktım ki, her şeyini bildiğimi sandığım Urla’nın bilmediğim ne de çok yanı varmış meğerse. Aslında Urla oldukça geniş bir coğrafyanın genel adı. Urla merkez, İskele, Denizli, Çeşmealtı; Menteş, Demirci... Bütün bu yerleşim birimleri Urla adının altında sarmaş dolaş olmuşlardı.
Ege’nin en eski yerleşim birimi olan Urla’nın kıyı kesimine Klazomenai, iç bölgesine ise Vourla denmekteydi. Daha doğrusu antik çağlarda böyle biliniyordu. Uzun yıllar kullanılan Vourla’nın anlamı hakkında çeşitli varsayımlar vardı. Örneğin bir kesime göre bölgedeki saz veya kargılara vourla dendiği için bölge bu adla anılmıştı. Prof. Bilge Umar’a göre ise Vourla adının kökeni "Bryela" adından gelmekteydi. "Geçit, boğaz" anlamındaki bu ad, önce Rum ağzında Vriula’ya, sonra Türk ağzında Vurla’ya ve son olarak Urla’ya dönüşmüştü. Urla’nın geçmişi, bir yazıda anlatılamayacak kadar zengindi. Onun için biraz daha yakın geçmişe dönmekte yarar var.
SEFERİS’İN DOĞUM YERİ
Havasından mıdır, yoksa suyundan mıdır bilinmez, bu topraklar bağrından iki ünlü şair çıkarmıştı. Bunlardan ilki, 29 Şubat 1900’de burada doğan Yorgo Seferis’ti. Urla iskelesinde, denize yakın sokaklardan birinde büyüyen Seferis, zamanının çoğunu iskelede, ağ ayıklayan balıkçıların arasında geçirir, onların ezbere okudukları destanları dinlerdi. Belki de şairliğinin ilk tohumları burada atılmıştı. Seferis’in ailesi, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine Atina’ya göç etmişti. Urla’nın çocuğu Yorgo Seferis, 1963’te yalnız Yunan şiirine değil, Avrupa şiirine de yepyeni bir soluk getirdiği gerekçesiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı.
İkinci önemli şair de Necati Cumalı’ydı. Cumalı, Seferis’in tersine bir göç yaşamıştı. 1921’de Yunanistan’ın Florina Kasabası’nda doğan şair, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ailesiyle birlikte Urla’ya gelmişti. Burada büyüyen, okuyan ve çalışan Cumalı, en güzel şiirlerinde ve romanlarında, Ege yöresi kasabalarını ve insanlarını anlatmıştı.
Urla’nın nedense hep iskelesi biliniyordu. İlçeye özellikle günü birlik gelenler buraya gönül düşürürdü. Pek de haksız sayılmazlardı. Urla iskelesi, küçük limanı, limanda bağlanmış rengarenk balıkçı kayıkları, ağ toplayan veya onaran sessiz balıkçıları, onların başında bekleyen kedileri, taze balık sunan restoranları, masmavi denizin görüntüsü, denizden kopup gelen rüzgárın kokusu hep buradaydı ve insan burada, bir kıyı kasabasındaki tüm mutlulukları hissedebiliyordu.
MALGACA PAZARI
Hele ekim, kasım gibi el eteğin çekildiği, sokakların sessizleştiği, sıcağın insafa geldiği, balığın bollaştığı dönemlerde iskele daha baştan çıkarıcı oluyordu. Onun tahriklerine kimse karşı koyamazdı. Koymamak da lazımdı aslında. Onun kollarına atılıp, yaşamın keyfine varmak için bu mevsimde mutlaka Urla’ya gitmek gerekiyordu.
Yeme-içme uzmanlarından Gürol Tolunay, bu sahildeki damıtılmış anları şöyle anlatıyordu: "İskele, Çeşmealtı ve İçmeler’de sonbaharın, yaz ile kış arasında geçen günlerinde, martıların çığlıkları arasında rakı içmenin tam zamanı ve keyfidir. Hele Çatalkaya’nın üzerinden sini gibi bir mehtap çıkıp da önce Kalabak sahillerine, sonra Karantina Adası ve nihayet limana uzanan altından bir yol yapmışsa ve siz de Cumhur Kaptan’ın denizci usulü yaptığı ahtapot güveç, yaprak sarma, sardalye ve sütlü balık eşliğinde rakı içiyorsanız... Afiyet olsun demek düşer bize..."
İskele cana can katıyordu ama, bir de Urla’nın merkezi vardı. Bu merkez, şimdi yazlıkçıların yeni binalarının arasında kaybolup gitmişti. Oradaki daracık sokaklar, güzelim eski evler, çeşmeler, camiler, küçük meydanlar özetle geçmişin öyküleri pek göze görünmez olmuştu.
Urla lezzetlerinin tadına bakacağımız "Beğendik Abi" lokantası da, bu meydanlardan biri olan Malgaca Pazarı’ndaydı. Urla’nın notunu tutanlar, bu adın burada cuma günleri kurulan ünlü pazarda sık sık sorulan "Mal kaça?"dan kaynaklandığını öne sürüyorlardı. Urla’ya sadece bu pazarı görmek için bile gitmeye değerdi. İlçeye bağlı 16 köyden gelen üreticiler, halıdan kilime, meyveden sebzeye her şeyi satarlar. Yani Malgaca Pazarı gerçek bir pazardı.
HER SABAH BALIK MEZATI
Eski Urla’dan tekrar sahile, iskeleye dönersek eğer... İskelede her sabah saat 10’daki balık mezatını izlemenizi, hatta dikkatinizi çeken balıklar için artırmaya katılmanızı öneririm. Nedim Atilla ve Nezih Öztüre’nin "Vourla" adlı kitabında, bu mezatın Anadolu’yu Persler’den kurtaran Büyük İskender zamanından kalma bir gelenek olduğu öne sürülüyordu. Burada sadece, 8-10 metrelik küçük teknelerle, küçük ağ takımları, parakat ve oltayla tutulan balıklar satılıyordu.
Büyük balık tüccarlarının artırmaya girmesi yasaktı. Zaten mermerin üstüne kümelenen balıklar, onların dişlerinin kovuğunu bile doldurmazdı. Rengarenk plastik leğenlerde, küçük restoranlarda birkaç porsiyona, evlerde bir akşam ziyafetine yetecek kadar balık bulunuyordu. Biraz tekir, biraz barbun, 2-3 kilo istavrit, bir orta boy ahtapot, birkaç tane deniz çipurası, orta boy bir kırlangıç, bir leğen tirsi, bir leğen sardalye, 2-3 tane orta boy karagöz... Bu mezatı izlemek bile, yaşamınıza koyacağınız küçük bir artı olabilirdi.
İSKELENİN KATMERİ
Urla iskelesine gelip de Ünal Kardeşler’e uğramadan gitmek büyük bir hata olurdu. Çünkü burada, bugüne kadar yiyebileceğiniz en lezzetli katmer hazırlanmaktaydı. Yufka, elle havada döndüre döndüre açılmaktaydı. O küçücük hamur topağının, kısa bir süre sonra kağıt kadar incecik yufka haline gelmesini seyretmek bile insanın ağzının sulanmasına yetiyordu.
Tepsi büyüklüğüne ulaşan yufka, içinde zeytinyağı bulunan kızgın bir sacın üstüne yayılıyordu. İçine arzuya göre peynir, kıyma, patates konuyordu. Sonra bir zarf gibi kapatılıp, altı üstü altın sarısına dönünceye kadar kızartılıyordu. Tarifini birkaç satıra sığdırdığım katmerin, bu kadar kolay yapıldığını sanmayın sakın. Tabii ki bir takım incelikler, el becerileri vardı. Ama en önemlisi, arkasında Balkanlar’dan buraya taşınan yüzyıla yakın bir geçmiş duruyordu.
Urla, güvecinden balığına, enginarından çalkamasına ve katmerine kadar bir lezzet durağı olduğu kadar, önemli bir antik kent ve insana yaşam sevinci veren bir sahil kasabası. Aklınızın bir köşesine yazmanızı öneririm.
URLA’NIN GÜVECİ
Urla’nın güveci çevrede dillere destandı. "Beğendik Abi"de bu güveci yapan Handan Kaygusuzer’in anlattığına göre, İzmir’den hafta sonları faytonlara binilip bu güveci yemek için Urla’ya geliniyordu. O zamanlar kasabada 30’dan fazla kasap vardı. Güveci genellikle kasaplar hazırlıyor, kara fırında pişiriliyordu. Handan Hanım’ın anlattığına göre, Urla’da ayrıca 30 kadar da meyhane vardı ve hafta sonları kasabanın sokaklarında bardak çınlamasından, kahkaha sesinden, mis gibi anason kokusundan geçilmezdi. Yani yaşam coşkusu, bir o duvara bir bu duvara çarpa çarpa tüm Urla’ya yayılıyordu. Urla’nın ünlü güveci, dana eti, bol domates, yeşil biber, soğan ve patates karışımından oluşuyor ve kendi suyuna kara fırında yavaş yavaş pişiyordu. Malgaca Pazarı’ndaki bu küçük lezzet durağında, güvecin yanı sıra yörenin diğer lezzetlerini de tatmak mümkündü. Hele mevsiminde pişirilen bir pirinçli enginar dolması vardı ki, insana parmaklarını yedirten cinstendi. Gelincik, körmen, arapsaçı, pazı ile yapılan pizza benzeri çalkama, şevketi bostan, kuzu etli arapsaçı, enginarlı pilav diğer ağız sulandıran yemeklerdi.