Tıngır mıngır Boğaziçi

İstanbul geçen hafta bahardan çalma birkaç gün yaşadı.

Haberin Devamı

Güneşli günler benim de aklımı çeldi. Eski günlerdeki gibi bir Boğaz yolculuğu yapmayı aklıma soktu. Vapura binmek için soluğu Eminönü’nde aldım. Yolcularla birlikte martılar da vapurun etrafında yerlerini almışlardı. Karşımda bildiğim görüntüler duruyordu. Ve vapur hareket etti…

 

Galata Kulesi her zamanki gibi İstanbul’a tepeden bakıyordu. Köprünün üstüne sıralanmış balıkçıların aklı fikri oltanın ucundaki iğnelere takılmıştı. Rıhtıma bağlanmış turist gemileri, İstanbul sokaklarında anı toplayan yolcularının dönmesini bekliyordu.


Üsküdar’a yaklaşınca ilk gözüme çarpan Kız Kulesi oldu. Dilimli barok kubbesi, tepesinden hiç eksik olmayan bayrağı ve öyküleriyle asırlardan beri Boğaz girişini süslemeyi sürdürüyordu. Kız Kulesi’nin hemen arkasında önce Üsküdar göründü. O da Boğaz’ın başlangıcını elinde tutmanın, İstanbul’un ilk yerleşim yerlerinden biri olmanın gururunu hiç saklamıyordu. Ne de olsa antik dönemin ‘Altın Şehri’ydi. Üsküdar da değişime direnemedi. Sırtını verdiği bağlı bahçeli tepelerdeki bir-iki katlı ahşap evler, yerlerini gelişigüzel yapılmış özensiz apartmanlara terk etti. Sadece Sinan’ın eseri Mihrimah Sultan Camii ile Şemsi Paşa Camii, eskinin mirasçısı görüntüler olarak bugüne kaldı.

 

Haberin Devamı


O eski halinden eser yok şimdi


Çamlıca Tepesi’nde ise anten ormanına bir de yeni yapılan caminin silueti eklendi. Halbuki bundan elli yıl öncesine kadar Boğaz tepeleri, ulu ağaçların süslediği korularla kaplıydı. Çınarlar, kestaneler, dişbudaklar, karaağaçlar, ıhlamurlar... Sol tarafta önce İstanbul Modern gözüme çarptı. Bir yarışma olsa, dünyanın en güzel manzaralı müzesi seçilirdi sanırım. Sonra tepelerde üst üste bir Cihangir görüntüye girdi. Bu semt adını Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın küçük oğulları Şehzade Cihangir’den almış. Cihangir evlerinin kaptan köşkünü andıran balkonlarından, Boğaz’ın görüntüsünün muhteşem olduğunu biliyorum. Ama Boğaz’dan bakınca Cihangir hiç de güzel görünmüyor.

Haberin Devamı


Cihangir’e bakarken gözlerim romanlara konu olmuş Ege Bahçesi’ni boşuna aradı durdu. O da kayıplar listesindeki yerini çoktan aldı.
Daha sonra ‘Saat Kulesi’, ardından Dolmabahçe Sarayı göründü. Halikarnas Balıkçısı bir yazısında bu sarayın, ‘Knidos Antik Kenti’nden sökülüp getirilen mermerlerle yapıldığını yazmıştı. Bu iddia doğru muydu acaba? Vapur Beşiktaş’ta yolcu motorlarının arasından süzüldü. Aklıma bu semtin adının öyküsü geldi: ‘Hızır Hayrettin Paşa, gemilerini bağlamak için bu sahile beş tane direk diktirmiş. Bunun için buraya Beştaş adı verildi. Daha sonra bu ad değişikliğe uğrayarak Beşiktaş’a dönüştü...’

 


Okuduğum saraylar otel oldu

Haberin Devamı


Kalabalıktan kurtulan vapur, kıyıya yakın bir rotadan yoluna devam etti. Görüntüye giren Serencebey Tepeleri de tıklım tıklım bina dolmuş. Aynı Cihangir gibi, bu evlerden Boğaz’a bakmakla, Boğaz’dan bu evlere bakmak insanı değişik duygulara itiyordu.


Sonra kıyıdaki sahil sarayları göründü. Çırağan Sarayı ve bitişiğindeki Kempinski Oteli, ilkgençlik yıllarımın anılarını hatırlattı. Çırağan Sarayı bir harabeydi. Serseri takımının ikametgâhıydı. Ot bürümüş sütunlarının arasına girmek cesaret isterdi. Tüm tehlikesine rağmen kaçak âşıklar bu sütunların arkasına saklanırdı. Otelin bulunduğu yer ise Şeref Stadyumu idi. O toprak sahada, hem maç seyreder hem de top peşinde koştururduk. Sonra yangına kurban giden Galatasaray Üniversitesi, hemen bitişiğinde dirsek çürüttüğüm Kabataş Erkek Lisesi, Ortaköy İskelesi, kıyısında yüzmeyi öğrendiğim Ortaköy Camii, sonra yine saraylar sıralanmaya başladı. Hanedanın kadın üyelerinin, eşlerinin, yani sadrazam, kaptan-ı derya ve eyalet valilerinin saraylarıydı bunlar. Şimdi otele dönüştürülen bu sarayların birinde ilkokulu, birinde de ortaokulu okumuştum.
Vapur, sonra yavaş yavaş Anadolu kıyılarına yaklaştı. Yaklaştıkça Beylerbeyi Sarayı tüm güzelliğini ortaya döktü. Boğaz’ın bu mücevherini II. Mahmut yaptırmıştı. Üç senede tamamlanan ahşap saray, sarı boya ile boyanmıştı. Beylerbeyi semtinde Hıristiyanların ikamet etmesi yasaklanmıştı. Buraya daha çok din adamları ve medrese hocaları yerleştirilmişti. Bu semtte bunun izleri bugün de görülüyor. Vapur, kıyı restoranlarda balık yiyenleri, kahvelerde çay içenleri selamlayıp, dümeni tekrar karşı kıyıya çevirdi.

Haberin Devamı


Çarpık kentleşme ve çaresizliğim


Vapur bu kez Arnavutköy kıyısına yakın bir seyir tutturdu. Amatör balıkçılar Akıntıburnu’na doğru sıra sıra dizilmiş, çaparilerinin dolmasını bekliyorlardı. Çoğu istavrit peşindeydi ama bu mevsimde bir iki tane sarıkanat sürprizi de fena olmazdı. Arnavutköy eskiden Rum zenginlerin oturduğu bir semtti. Kıyıda sıralanmış olan Nikola’nın, kardeşi Yelya’nın, Mavridi oğlunun, Delibeyzade oğullarının yalıları dillere destandı.


Vapur Mısır Konsolosluğu’nun muhteşem binasının önündeki balıkçı kayıklarını uyarıp, Bebek iskelesinin açığından geçti. Küçük Bebek sahilinde önce Yılanlı Yalı’nın, sonra Tevfik Fikret’in Aşiyan’ının önünden geçip, karşı kıyıya, Kandilli’ye doğru dümen kırdı. Baharda erguvan ağaçlarının pembe pembe boyadığı Kandilli Korusu, Küçüksu Kasrı, Göksu, Anadolu Hisarı, Çengelköy... Boğaz yalılarının en güzelleri bu sahilde sıralanmıştı.
Vapur Kanlıca iskelesine yanaşırken, aklıma Yahya Kemal’in dizeleri geldi:

Haberin Devamı


“Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları/bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları”
Tabii ki pudraşekerli yoğurdun tadı ve o tadın üşüştürdüğü anılar da bir anda sarıp sarmaladı etrafımı.


Emirgân, İstinye, ardından yine sıra sıra yalılarıyla Yeniköy göründü. Vapur daha sonra iki kıyının tam ortasından yol almaya başladı. Sol yanda adını burada üretilen çubuk lülelerinden alan Çubuklu, mütevazı Paşabahçe, Beykoz akıp gitmeye başladı. Sağ tarafta ise Tarabya Koyu göründü.


Tarabya bir zamanlar şifalı havası ile ünlüydü. 18. asırda burası yerli Rum zenginlerinin ve yabancıların yazlık mekânı oldu. Yalılardan yükselen Batı müziği, danslar ve partiler dillere destan oldu. III. Selim’in Fransız sefaretine bir yalı hediye etmesiyle, diğer elçilikler de yazlıklarını bu semte taşıdılar.


Daha sonra Büyükdere’yi seyrettim. Bir zamanlar sahil sarayları, kasırlar, villalar ve yalılarla süslü olan bu semtin, çarpık yapılaşmaya teslim olmasını çaresizlikle izledim. Rotasını Sarıyer’e doğru çeviren vapuru önce Karadeniz’den kopup gelen soğuk rüzgâr karşıladı, sonra da tepelere kadar tırmanan evler.


Vapur Sarıyer’i arkada bırakıp, son durağı Anadolu Kavağı’na yöneldi. Tepede Yoros Kalesi, asırlardan beri İstanbul’un en güzel manzarasını seyrediyordu. Saat 12.00’yi geçmişti. Boğaz’ın bu son köyünde yolcular sokaklara dağıldı, kimi ayaküstü balık-ekmek yedi, kimi lokantalarda yolculuğun tadını çıkardı, kimi hediyelik eşya peşine düştü. Köyün sakinleri bu koşuşturmayı alışık gözlerle seyretti. Ben de bildiğim bir lokantaya oturup, hamsi tava ile bir duble rakı içip, bu muhteşem geziye nokta koydum.

Yazarın Tüm Yazıları