Paylaş
Macerayı seviyordu, savaş muhabiriydi, fotoğraf çekiyordu, kitap yazıyordu, sıkı içki içiyordu, damağına düşkündü. Bende olmasını istediğim tüm özellikleri taşıyordu. Zamanla ustamın izinden yürümeye başladım. İşin en zorlu yanı, savaş muhabirliğiydi. O yıllarda, Irak ile İran kıran kırana bir savaşa tutuşmuşlardı. Çalıştığım gazete beni Irak cephesini izlemem için Bağdat’a gönderdi. Tam aradığım fırsat! Gündüzleri cepheye gidiyor, hiçbir şey görmeden bomba seslerini dinliyordum. Ortalıkta savaşa benzeyen herhangi bir görüntü yoktu ama ben kendimi İspanya İç Savaşı’nda veya İkinci Dünya Savaşı’nda, Avrupa’nın herhangi bir cephesinde sanıyordum. Tıpkı ustam Hemingway gibi!
Hele akşamları kaldığım Meridien Oteli’nin barına oturduğumda, ustamla benzerliğimiz ayyuka çıkıyordu. Ufak bir farkla... Arap barmen, ‘Montgomery Martini’ hazırlamasını bilmiyordu, ki bu da çok önemli bir detaydı. Cin bazlı bu kokteyl, Hemingway’in en sevdiği içkiydi. Barda içerken gözüm hep kapıdaydı. İçeriye her an ünlü bir fotoğrafçının girmesini bekliyordum. Bunun nedeni de Robert Capa’ydı. Dünyanın bir numaralı fotoğrafçısı, Amerikan ordusuyla Paris’e girdikten sonra Ritz Oteli’ne gitmiş, oranın barında Hemingway ile karşılaşmıştı. Ustam, barda oturmuş, şampanya içerek zaferi kutluyordu. Capa ilk izlenimlerini şöyle anlatmıştı: “Onun heybetli oturuşuna bakıp, önce bir general olduğunu düşündüm. Tanışınca onun ordunun halkla ilişkilerini yürüten bir teğmen olduğunu öğrendim. O aynı zamanda yardım gönüllüsü, aşçı, şoför, fotoğrafçı ve komutanların içki danışmanıydı.” Bağdat’taki otelin barında günlerce boşuna bekledim. O kapıdan hiçbir ünlü fotoğrafçı girmedi!
Afrika’dan İspanya’ya
Daha sonra Afrika’da, ustamın maceracı yönünün peşine düştüm. Tabii ki dağlarda, ormanlarda ava çıkmadım, kamp kurup, aslanların kükremesini dinleyerek uyumadım. Sadece onun gittiği kahvelerde, onun romanlarını okumakla yetindim. Hemingway, Afrika gezisi sırasında bir uçak kazası geçirmiş, güç bela kurtulmuştu. Bu kazanın etkisini atlatabilmek için, uzun bir süre haşlanmış dev karidesler yemiş, yanında da şişe şişe beyaz şarap içmişti. Kenya’nın başkenti Nairobi’de ben de bu tedaviyi uygulamış, sonra iki gün tuvaletten çıkamamıştım. Anlayacağınız, tedavi yöntemi bana biraz ağır gelmişti.Ustamın İspanya’da da izini sürdüm. Ünlü romanı, ‘Güneş de Doğar’ı yazdığı Pamplona kentine, boğa yarışını izlemeye gittim. Kentin koruyucusu San Fermin adına düzenlenen bu yarışta, boğalar dar sokaklarda kent halkını kovalıyor, yakaladıklarını boynuzluyorlardı. Ustamın bu yarışlara 1923 ile 1927 yılları arasında her yıl geldiğini biliyordum.
Peşinden Pamplona’ya da gittim. Korunaklı bir yerden boğaların, beyaz elbiseli, kırmızı fularlı adamları nasıl kovaladığını izledim. Daha sonra Quintana Oteli’nin (romandaki adı Montaya) bulunduğu Plaza del Castilla’ya gittim. Hemingway’in oturduğunu tahmin ettiğim kahvede bir şemsiye altına sığınıp, tıpkı onun gibi soğuk bira içtim.
İspanya’da peşini öyle kolay kolay bırakmadım. Bir keresinde de Endülüs’ün en güzel ve en beyaz kenti Ronda’da izini sürdüm. Hemingway İspanya İç Savaşı’nı anlatan ünlü romanı ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u burada yazmıştı. Ayrıca, ‘Öğleden Sonra Ölüm’ adlı romanının kahramanları olan matadorları Plaza Ronda’da seyretmişti. Burası İspanya’nın en eski arenasıydı. Ben de boş tribünlere oturup, daire şeklindeki toprak sahada, matadorlara saldıran kızgın boğaları düşledim. Sonra onun sık sık gittiği Plaza de Espana’da, romanda yazılan kanlı sahneleri gözümün önünde canlandırmaya çalıştım. İç savaşta Cumhuriyetçiler, faşistleri öldürüp cesetlerini El Tajo uçurumundan aşağıya atıyorlardı. Uçurumdan bakıp, ustamın neler gördüğünü düşündüm.
Venedik’te soluğu, tabii ki Harry’s Bar’da aldım. Burası Hemingway’in en sevdiği bardı. Barın sahibi Giuseppe Cipriani, ona özel olarak ‘Montgomery Martini’ kokteylini yapardı. Ben gittiğimde içerisi turistlerle tıklım tıklım doluydu ve havalandırma çalışmadığı için sıcak terletiyordu. Ustam gibi içebilmek için tüm bu olumsuzlukları sineye çektim ve barmenden bana Montgomery Martini hazırlamasını istedim. Kokteylden ilk yudumu alınca hayal kırıklığına uğradım. Kötü buz kullanıldığı için martiniye su karışmıştı. Ustama saygısızlık olmasın diye ikinci yudumu almadan barı terk ettim.
Vendedik’tan Küba’ya
Amerika’nın Küba’ya doğru uzanan en güney ucundaki Key West de yazarın en sevdiği yerlerden biriydi. Bir gemi yolculuğum sırasında uğradığım bu şirin, küçük kentte, onun gittiği barı buldum, orada bol buzlu Daiquiri kokteyli içtim. Bu kokteyli ilk 1886 yılında Amerikalı mühendis James Cox’un oluşturduğu söyleniyordu. Rom, misket limonu suyu ve buzdan oluşan basit bir karışımdı. Hemingway’i tabii ki Paris’te de izledim. Petit Trianon’da oturup, etrafı seyretmeyi çok severdi. Öğle yemeklerini genellikle, Luxembourg Bahçeleri’ndeki Cafe de Medicis’de yerdi. Akşamlarıysa genellikle Closerie des Lilas’ya giderdi. Masasını genellikle James Joyce ile paylaşırdı. Eğer ustam gibi Closerie des Lilas’da yemek yiyebilseydim, onun en sevdiği yemekleri ısmarlamayı planlamıştım: Önden şampanya ve istiridye, ardından jambonlu ve bol baharatlı bir omlet, hindiba salatası, birkaç çeşit peynir... Soğuk bir şişe Sancerre ısmarlayacağımı da tahmin ediyorsunuzdur.
Paylaş