Paylaş
Önümüzdeki hafta Kurban Bayramı. Bu bayramı anınca hemen iki koku üşüşür hafızama. Bir tanesi temiz keten, diğeriyse et kokusu
Temiz keten kokusu, çocukluğumun evini anımsatır. Annemin günlerce uğraşıp yıkadığı keten örtülerden yayılırdı bu temizlik kokusu. Bembeyaz yastık örtüleri, tüller, masa örtüleri...
Anımsadığım diğer koku da et kokusu, tüm mahallenin ortak kokusu.
O anları hiç unutmam: Pencerede, babamın namazdan dönmesini beklerdik. O gelince arka bahçede kurban kesilecek, ayağından ağaca asılacak, sarkan ayaklarından birinden açılan delikten balon gibi şişirilecek ve derisi yüzülecekti. Sonra parçalara ayrılıp konu komşuya dağıtılacaktı. Dağıtım işini ben yapardım ama buna bir anlam veremezdim o yaşlarda. Neden bütün et biz de kalmıyor da başkalarıyla paylaşıyorduk ki?
***
Parçalama işi bittikten sonra, babam bize düşen parçalardan birini küçük küçük doğrar, kavurmalık eti hazırlardı. Bugünün vog tavalarına benzeyen siyah bir sacımız vardı. Babam o sacta yapardı kavurmayı. Önce biraz kuyruk yağı atar, o erirken etleri boca eder, çevire çevire kavururdu. Pişmeye yakın içine bir miktar domates, bir kaç tane yeşil biber ilave ederdi. Ateşi kapattıktan sonra da bol kekik ve kırmızı biber serperdi. Babam aslında kavurmaya bir şeyler eklemeye karşıydı ama annem, “çocuklar böyle seviyor” dediği için kendi bildiği kavurmayı yapamıyordu. Kavurmanın bu iştah açıcı kokusu, pencerelerden süzülüp, sokağa yayılırdı. Hoş, her evden neredeyse aynı koku gelirdi. Mahalle sabah sabah buram buram et kokardı.
***
Bir koşu fırından aldığım taze ekmeği, sacın dibindeki yağa batırırdım. Etten çok o yağın tadı hoşuma giderdi. Öğle yemeğinde külbastı, akşam yemeğindeyse mangalda pirzola, yürek ve böbrek yenirdi. Bunları pek sevmezdim. Özellikle pirzolanın eti, lastik gibi uzar, bir türlü kemikten ayrılmazdı. Babam, hayvanın ciğerini ayıkladıktan sonra kuşbaşı doğrar, tavada kızartır, yanına maydanozlu soğanla bir salata yapardı. Sonra onunla da rakısını yudumlardı. Annemin, “kurbanlık hayvanın ciğeri ile rakı içilir mi, çarpılacaksın” yolundaki itirazlarına kulak asmazdı.
***
Annemin bayram yemeklerine de bayılırdım. Mutlaka koca bir tencere çorba pişirirdi. Bu, genellikle yoğurtlu düğün çorbası olurdu. Yaprak sarması o kadar çok yapılırdı ki, bütün bayram boyunca yeterdi. Pilavsız sofra olur mu? Hele bir de üstüne, kavurma veya nohut konmuşsa, yanında da buz gibi bir üzüm hoşafı varsa kimse bu ikrama dayanamazdı. Mevsim sebzelerinden bol etli bir türlü pişirirdi. Tatlı olarak mutlaka kalburabastı ikram edilirdi. Sadece salata taze taze hazırlanırdı. Her gelen misafire, küçük kadehlerde vişne likörü, çikolata veya Hacı Bekir’den alınan lokum ikram edilirdi. Likörü babam yapar, nasıl yaptığını ballandıra ballandıra anlatırdı. Çok övünürdü bu yeteneğiyle. Hele birisi likörü çok beğendiğini söylesin; o zaman babamı tutamazdınız!
***
Şimdi, özellikle büyük kentlerde ne keten ne et kokusu, ne de bayram ziyafetleri kaldı. Zaten et kokusunun yayılacağı eski mahalleler de yok artık. Bayramlar, evden kaçmak için bahaneye dönüştü.
Bizim çocukluğumuzda bayramlar, bir barışma, bir kucaklaşma ve iyilik günleriydi. Her şeyi unuttuk bari bunları unutmayalım. Bir de bu bayram kurban etlerinden bir parçasını, Suriyeli göçmenlere verelim. Ne dersiniz?
Tatlılı yahni
Memleket Yazıları’nın unutulmaz yazarı ve zamanının ünlü gazetecisi Refik Halit Karay, çocukluk günlerinde, Kurban Bayramı’nda evlerinde pişen bu ilginç tatlıyı şöyle tarif eder:
“Koyun gerdanını enine ve uzunluğuna dört parçaya ayırır, üstünü örtecek kadar su koyduğunuz tencerede ve harlı ateşte köpüğünü almak şartıyla iyice pişirirsiniz.
Suyunu çekince, azıcık tuz ve bolca şeker katıp (pekmezle de yapanlar olur) hafif ateşte bir saat bırakırsınız. Artık o bir pastadır. Kızıl bir renk almıştır, ağdalaşmıştır, elle güç kopar, ağızda büyür ve elyafı dişlerinizin arasına girer, zor çıkar.”
Paylaş