Paylaş
Avrupa’nın en küçük ülkelerinden biri olmasına karşın Lüksemburg’un ekonomisi güçlü, halkı mutlu. Bu küçük ülkede Michelin yıldızlı 11 restoran olduğunu öğrenince hafta sonunda lezzet turuna çıktım. Beni en etkileyen yanı dildeki, nüfustaki, doğadaki
çok renkliliğiydi.
Geçen hafta, Avrupa’nın en küçük ülkelerinden Lüksemburg’a gittim. Bunca yıldır çevresinde dönüp durmuş ama oraya gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Sınırı geçmek için sağlam bir neden bulamamıştım galiba. Bu sefer THY’nin direk uçuşunu bahane edip, iki günlüğüne soluğu orada aldım.
Ülkeyi keşfetmek için iki gün yetti. Örneğin, başkent Lüksemburg’u yarım günde gezip bitirdim. Çünkü kent, merkezdeki derin vadinin çevresinde kurulmuştu. Yüksekçe bir yerden bakınca her yer görünüyordu. Rehberim, bütün ülke tarihini, uçurumun kenarından binaları göstere göstere özetledi. Sonra dolambaçlı yoldan vadinin tabanına indim, dik merdivenlerden soluk soluğa tekrar yukarı çıktım. Army Meydanı’ndaki kahvelerden birinde, geleni geçeni seyredince her şeyi kavradım: Lüksemburg yemyeşil, tertemiz, stressiz, güzel, derli toplu, refah toplumu olduğunun izlerini gözler önüne seren, mutlu insanlar diyarıydı. Daha çok Avrupa Birliği’nin çelik ve camdan yapılmış binalarının yer aldığı modern bölümü ise bir koşu gezip bitirdim. Burası
kentin merkezi kadar
etkilemedi beni.
ÜÇ RESMİ DİL
Lüksemburg iki günde keşfedilecek kadar küçüktü ama zenginliğini kıskandım. Burada kişi başına düşen yıllık milli gelir, 90 bin doları geçiyordu. Bu konuda dünyada ilk beşe giriyordu. Bir de çok dilli bir ülkeydi Lüksemburg. Kahvede otururken etrafımda uçuşan yabancı kelime çokluğu beni şaşkına çeviriyordu. Ülkede üç resmi dil vardı. Lüksemburgca konuşuyorlar, Fransızca yazışıyorlar, Almanca dua ediyorlardı. Yani herkes üç dil biliyordu. Buna İngilizce’yi de eklemek gerekiyordu. Çünkü otobüs şoförleri bile İngilizce biliyordu. Ülkenin yüzde 30’u da bu dillere ilaveten Portekizce ve İtalyanca konuşuyordu. Çünkü ülke nüfusunun yüzde 30’unu, bu ülkelerden gelen göçmenler oluşturuyordu.
Lüksemburg’un beni çeken yanı dildeki, nüfustaki ve doğadaki çok renkliliği oldu. Sarayın karşısındaki bir lokantada otururken, kapıda nöbet tutan zenci asker, bu renkliliğin en güzel örneklerinden biriydi. Tüm bu görüntüleri kıskanıyordum. Çünkü benim ülkem, her geçen gün giderek tek renge dönüyordu.
GASTRONOMİ ADASI’NDA
Bu küçücük ülkenin bir çelik krallığı olduğunu da kiraz rakısı içerken öğrendim. Barmene, İstanbul’un büyüklüğünü anlatarak övünmek isterken, o bana Dubai’deki dünyanın en yüksek binasının tüm çeliklerinin Lüksemburg’tan gittiğini söyledi. Hemen ardından da, New York’ta İkiz Kuleler’in yerine yapılan, New York’un en yüksek binası olan Özgürlük Kulesi’nin tüm çeliklerinin de kendi ülkesinden alındığını araya sıkıştırdı. Bunun üzerine İstanbul’un kuru kalabalığı ile övünmekten vazgeçtim.
Ülke zengin olunca, restoran ve kafe sektörü de o kadar gelişiyordu. Bunun en iyi göstergesi, ülkede tam 11 tane Michelin yıldızlı restoranın olmasıydı. Onların dışında kalan restoranlar da müşterilerine çok lezzetli yemekler sunuyordu. Çünkü, kıran kırana rekabette tek silah lezzetti.
Lüksemburg’ta “Gastronomi Adası” denen semtte, yanyana dizilmiş lokanta ve kahveler lezzet yarıştırıyordu. 500 yıllık olduğu söylenen bir binadaki Chocolate House adlı küçük restoranda tütsülenmiş Arden salamı ile yaptığım başlangıçtan sonra, havuç ve zencefille yapılmış bir çorbayla içimi ısıttım. Ardından tütsülenmiş gerdan etiyle pişirilen kuru fasulye yemeğinin tadına baktım. Yemeğin sonunda ise küçük bir kadeh ceviz likörü içtim.
Sohbet ettiğim aşçı, Lüksemburg’un geleneksel mutfağında alabalık, turna, kerevit gibi tatlı su canlılarının çok kullanıldığını belirtti. Ayrıca fasulyenin, patatesin, jambonun, lahananın, soğanın ve diğer kök bitkilerinin yemeklerin ana malzemeleri olduğunu söyledi.
Akşam yemeğinde Michelin yıldızlı Lea Linster’in Yeri’nde yer ayrılmıştı. Bu restoran onların tabiri ile kentin dışındaydı! Yolculuğumuz topu topu 20 dakika sürdü. Lea Linster, orta yaşı biraz geçkin, tombulca, güler yüzlü, anaç tavırlı, ülkenin en ünlü şeflerinden biriydi. Michelin yıldızının yanı sıra, Fransızların önemli ödüllerinden biri olan ve genç yeteneklere verilen “Bocuse d’Or”u kazanmıştı. Lea, önden kremalı balkabağı çorbası sundu. Ardından ekşili acılı sos ve greyfurt eşliğinde ıstakoz tabağı geldi. Ana yemek ise rendelenmiş patatese sarılıp kızartılan kuzu bonfileydi. Etin üstüne biberiye sosu dökülmüş, yanına da şantarel mantarı konmuştu. Bu muhteşem yemek Crem Brule ile sona erdi.
YEŞİL SESSİZLİKTE MÜTHİŞ LEZZETLER
İkinci gün kırsala açıldık. İneklerin otladığı yemyeşil tarlalar huzurlu görüntüler sunuyordu. Önce Almanya sınırındaki Vianden’e gittik. İkinci Dünya Savaşı’nda burası çok kanlı çarpışmalara şahit olmuştu. Şimdi ise yeşil bir sessizliğin içine gömülmüştü. Öğle yemeğini bu küçük kasabada, gürül gürül akan bir nehrin kıyısındaki bir lokantada yedik.
Ülkede Michelin yıldızlı 11 restoran vardı ama oralarda ülke mutfağını tanımak imkansız gibi bir şeydi. Çünkü şefler, müşterilere kendi yarattıkları yemekleri sunuyordu. Onun için bu küçük lokantada tatmak istediğim yemekleri ısmarladım: Önden Kachkeis’in tadına baktım. Bu bir çeşit ekmek üstünde eritilmiş peynirdi. Ardından Bouneschlupp, fasulye çorbası içtim. En sonra da adını bir türlü ezberleyemediğim yemeği ısmarladım: Gromperekichelchee. Bu, soğan, maydanoz, krema ile fırında pişirilen ince patates dilimleriydi. Doya doya yedim. Daha sonra Lüksemburg gezisine noktayı koyacağım Clervaux’ya geçtik. Burası ülkenin en güzel 17 köyünden biriydi. Bir vadinin ortasında zümrüt taşı gibi yeşil yeşil parlıyordu. Akşam yemeğini, köyün dışındaki Michelin yıldızlı Kasselslay adlı lokantada yedim. Mekanın etrafı sebze bahçesiydi. Şef, yapacağı yemeğin malzemelerini oradan anında topluyordu.
İki günlük gezi sonunda Lüksemburg’la tanıştığıma memnun oldum. Medeni, güzel, lezzetli bir ülkede geçirdiğim hafta sonu beni
çok mutlu etti.
Kafedeki bakanlar ve mutfaktaki çeşitlilik
Parlamentonun karşısındaki Press Cafe’de yemek yerken, yan masada oturan üç kişinin bakan olduğunu öğrenince de kıskançlık damarlarım bir kez daha kabardı. Korumasız, özel kalemsiz, her hangi bir vatandaş gibi sıradan yemek yiyorlardı. Ülkemde hiç rastlamadığım bir görüntüydü bu. Lüksemburg’un sınır komşuları Belçika, Fransa ve Almanya olan bu küçük ülkenin ekonomisi gibi mutfağı da çok zengindi. Komşulardan gelen lezzetler, büyük göçmen grubu Portekizlilerin muhteşem yemekleri, İtalyan mutfağının zengin malzemeleri ve Lüksemburg’un kırsal tatları birleşince ortaya çok lezzetli bir mutfak çıkmıştı.
Festival zamanı
Ülkenin en önemli festivali sonbaharda. Bu yıl 12 Ekim’de başlayan Lüksemburg Festivali 29 Kasım’a kadar sürecek. Verdi yılı nedeniyle bestecinin Kaderin Gücü operası, açılışta Lüksemburg Filarmoni, kapanışta Mariinsky Tiyatrosu Orkestrası’nca seslendirilecek. İkisinin ortasında ise bale, opera, caz, resital dahil 27 konser ve gösteri düzenlenecek (www.luxembourgfestival.lu)
Paylaş