Turistlere teslim olmuş Antalya, Akdenizli bir güzel olmasına rağmen balıkla barışık değil.
Yayla geleneği et yemeklerini daha ön plana çıkarmış. Antalya çok lezzetli ama birçok şey kaybolmaya yüz tutmuş. Hızlı büyüme önce kimliğini yok etmiş, ardından inşaatlar bitki örtüsünü silmiş süpürmüş. Çirkinliklere gözümü kapatıp kentin güzelliklerini görmeye çalıştım.
Bir koşuşturmadır gidiyor. Bu yıl tam yolunu şaşırmış bir göçmen kuş gibiyim. Bir orada bir burada. Gittiğim yerlerde gezmekle, görmekle kalsam ne ala! İşin içine bir de yemeklerin peşinde koşmak girince, iş hem daha keyifli hem daha tehlikeli oluyor. Anadolu mutfağının lezzeti malumunuz. İnsana parmaklarını yediriyor neredeyse. Benim gibi, lezzetlere karşı iradeniz zayıfsa, o zaman işin sağlık yönü devreye giriyor. Her ne kadar damağına düşkün bir arkadaşım, "Keyifle yenen yemek insana zarar vermez" tezini savunsa da, kilo, kolesterol sorunları insanın yakasına yapışıveriyor. İki arada bir derede kaldım. Ya gezilerde yemekleri görmezlikten geleceğim, ya da "atın ölümü arpadan olsun" deyip lezzet peşinde koşturmaya devam edeceğim.
Antalya’da bu konuda henüz bir karar veremediğim için, yemekle gezmeyi yine birlikte gerçekleştirdim. Uçaktan indiğimde korktuğum sıcak havayla kucaklaşmadım. Antalya’da kendimi hep kapısı açık bir fırının önünde duruyormuşum gibi hissederim. Bu kez Mayıs başı olmasına rağmen kabul edilebilir bir sıcak vardı. Kuzeyli bir rüzgár insanı sarmalıyor, hatta biraz ürpertiyordu.
Antalya’yı çoktandır bir geçiş yeri olarak kullanıyordum. Havaalanından bindiğim arabayla, kente uğramadan hep başka istikametlere kaçıveriyordum. Turistlere teslim olduğundan beri kentle arama bir soğukluk girmişti nedense. Antalyalı şair Ümit Kayacan’ın söyledikleri hep kulağımdaydı: "Doğru mu yaptık biz insanlar? Para kazanmak uğruna bir kentin kimliğini yok ettik. Bir başka kişiliği doğasıyla, kültürü ile yeniden yarattık. Öncesiyle kopuk bir başka kişilik..."
Daha 10-15 yıl öncesine kadar 250 bin olan nüfusu, bir milyonu geçti artık. Bu hızlı değişim, kente bambaşka bir çehre kazandırdı. İşte ben bu yeni kentle barışık değildim. Bu kez Antalya’nın tadına bakmaya geldiğim için kentten kaçamadım. Öğle yemeğini iki yerde birden yiyecektim. Buraya özgü tatları, ayrı lokantalarda tatmak zorundaydım.
MÜZE GİBİ MAHALLE
Yemek vaktine kadar vakit geçirmek için Kaleiçi’ne gittim. Antalya’nın bu en eski yerleşim yeri, daracık sokaklarıyla bir labirenti andırıyordu. Bahçeli evlerin çoğu kahveye ya da bara dönüştürülmüştü. Restore edilen birkaç konak, butik otel olmuştu. Sokaklar sakindi. Halıcılar, hediyelik eşya satan dükkanlar, mallarını kaldırımlara dökmüşlerdi ama, çevrede dolaşan birkaç erkenci turistin alışverişe niyeti yok gibiydi.
Dış tehlikelere karşı bir kalenin içine inşa edilmiş olan Antalya, artık kentten kopuk bir açık hava müzesine dönüşüvermişti. Bir halıcı beni tanıyıp çay içmeye davet etti. Dert yüklü olduğu anlaşılıyordu. Çay gelir gelmez anlatmaya başladı: "Müze gibi bir mahalle ama ne gelen var ne giden. Tatil köylerindeki ’her şey dahil’ yüzünden turist kente inmez oldu. Kaleiçi’nde artık kiramızı bile zor çıkarıyoruz..."
Halıcıyı dertleriyle baş başa bırakıp limana doğru indim. Birkaç Japon turistten başka yabancı yoktu. Çay içenler, çekirdek çıtlatanlar, sevgililerini sıkıştıranlar, fotoğraf çekenler hep Antalyalı’ydı. Limanda en çok ilgi gören kişi de, köpek balığından fileto çıkartan yaşlı balıkçıydı. Etrafındakilere, bu balığın etinin ne kadar lezzetli olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
ŞİŞ KÖFTE, TAHİNLİ PİYAZ
Börekçi Zamora, Paçacı Şaban, Yedi Memet, Dönerci Hakan Baba, Börekçi Tevfik... Bunlar kaybolan kentin kaybolmaya yüz tutmuş simgeleriydi. Bir zamanlar Antalya’nın lezzeti onlardan soruluyordu. Geçmişi düşüne düşüne soluğu Yener Ulusoy Bulvarı’ndaki "Şişçi Ramazan’ın Yeri"nde aldım. Antalya, bir Akdeniz çocuğu olmasına rağmen balık nedense hep ikinci planda kalmıştı. Yayla geleneği sürdüğü için, et yemekleri hep ön plana geçiyordu. Bu yüzden öğleyin neredeyse tüm kent şiş köfte kokuyordu.
34 yıldan beri müşterilerine şiş köfte yapan Şişçi Ramazan, artık Korkuteli’ndeki yaylaya çekilmiş, ızgarayı oğulları Murat ve Turgay Özalp’a emanet etmişti. Murat, şişleri ızgaraya dizerken lezzetin perde arkasını anlattı. Köfteler kuzu ve keçi eti karışımından yapılıyordu. Hayvanlar Korkuteli’nde kendi çiftliklerinde besleniyordu. Başka lezzetlerin de tadına bakacağım için yağlı pidenin üstüne çekilmiş bir porsiyon şiş köfteyle yetinmek zorunda kaldım. Aslında aklım cızır cızır sesler çıkartarak kızaran yaprak dönerdeydi ama kendimi tuttum. Eğer yolunuz Şişçi Ramazan’a düşerse, iştahınızı frenlemeden bu lezzetli köfteden yiyebildiğiniz kadar yemenizi öneririm.
Öğle yemeğinin ikinci bölümü için bir koşu Özdoyum Restoran’a gittim. Burası Sanayi Sitesi’nin ortasında, 9 katlı bir binaydı. Tam 33 yıldır, başta çevre esnafı olmak üzere Antalyalıların karnını doyuruyordu. Aslında mönüsü çok basitti: Şiş köfte, tahinli piyaz ve kabak tatlısı. Antalya’nın ünlü tahinli piyazının en lezzetlisi buradaydı. Sadece bu piyazı yemek için gelenlerin sayısı bile çok fazlaydı. Ben de piyazı tatmak için buraya gelmiştim. Piyaz bildiğimiz piyazdı ama üstündeki tahinli özel sosla ortaya çok özel bir yemek çıkıyordu.
Bu piyaz Antalya’da birçok lokanta- da yapılıyordu. Şef aralarındaki farkı şöyle açıkladı: "Diğer yerlerde tahine fazla sirke karıştırırlar. O zaman sos ekşi ve sulu olur. Bizde sirke çok az kullanıldığı için sosumuz daha kıvamlı oluyor." Özdoyum’un piyazı kadar kabak tatlısı da ünlüydü. Kabaklar Camili Köyü’nden alınıyordu. Israrlara dayanamadım, tahin, ceviz ve dondurmayla sunulan tatlıdan birkaç çatal yedim. İlginç tatlara meraklıysanız, Antalya’ya gittiğinizde tahinli piyazı denemenizi öneririm.
KAYBOLAN ÇİÇEKLER
Hazım yürüyüşü için gittiğim Konyaaltı Plajı’nda kimsecikler yoktu. Halbuki yaz aylarında bu plajın, iğne atsan yere düşmez misali kalabalık olduğunu biliyordum. Denizde taş kaydıra kaydıra bir süre yürüdüm. Oltalarını denize atıp, konuşmadan, sabırla bekleyen 3-4 balıkçıya rastladım. Kefal yakalamaya çalışıyorlarmış. Konuşunca kefalin bahane olduğunu anladım. Bunlar zamanı öldürmeye çalışan emeklilerdi. Zaten fazla zaman kalmamıştı, onu da Akdeniz’e dalıp giderek öldürmeyi anlamsız buldum.
Bir banka oturup, bina ormanına dönmüş kenti seyrettim. Akdeniz Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nün araştırması, Antalya civarında halen 1500 çeşit bitkinin varlığına işaret ediyordu. Bu bitkilerin 79’u sadece Antalya’da yetişiyordu. Ancak, daha önceki yıllarda Antalya’da yetiştiği bilinen birçok bitki de bulunamamıştı. Hatta bazı bitki türleri, inşaat alanlarında kaldığı için yok olmuştu. Eskiden Antalya halkı mart geldiğinde Beldibi’nde, oraya has bir laleyi görmeye giderdi. Şimdi orada oteller yükseldiği için laleler görünmez olmuştu.
Güneş batarken otelime döndüm, ve barda bir iskemleye oturdum. Biraz heyecanlıydım. Çünkü Türkiye’de en sevdiğim manzarayı seyredecektim. Bu manzara hep düşlerimi süslemişti, süslemeye devam da ediyordu. Bence, bu saatlerde Antalya’dan Bey Dağları’nı seyretmek kadar etkileyici bir şey olamazdı. Güneş batışa geçerken, Akdeniz boncuk mavisinden laciverde dönüştü, menevişleşti, dağlar ise mor siluetler halinde birbirine yaslandı. Dağların arkasında turuncu bir aydınlık, muhteşem bir fon oluşturdu. Yükseklerden geçen bir uçak, bu renk cümbüşünün ortasına beyaz bir çizgi çekiverdi. İşte bu an her türlü hayal kurmaya açıktı; İster zirvelerde dolaş, ister uçağa bin git, ister Akdeniz’in uzak ülkelerindeki yaşamlara karış... Bundan sonrası düş kurma yeteneğine kalıyordu.
Yazımı şair Ümit Kayacan’ın şiiriyle bitirmek istiyorum: "Nerede Yıldız sineması/ Hüsniyanım teyze,/ Isırgan tarlaları,/ Uçurtma uçurduğumuz bahçe?/ Portakal çiçekleri ağlıyor sessizce./ Bir fayton bekliyorum şimdi yağmurla birlikte./ Kalın dudaklı bir kadın; tutmuş çocukluğumu elinden onu geri getiren.../ Beyaz duvaklı bir hüzün Antalya’yı güzel kızım; nerede o bağbozumu öncesi yüzün?.." Antalya’nın simgesi Yedi Memet, Korkuteli’nde mantarlı su böreği, yanık dondurması, Kalkan’da ahtapot, Kaş’ta Laos buğulama, saray lokması, Olimpos’ta yörük gözlemesi haftaya kaldı.
Bir koşuşturmadır gidiyor. Bu yıl tam yolunu şaşırmış bir göçmen kuş gibiyim. Bir orada bir burada. Gittiğim yerlerde gezmekle, görmekle kalsam ne ala! İşin içine bir de yemeklerin peşinde koşmak girince, iş hem daha keyifli hem daha tehlikeli oluyor. Anadolu mutfağının lezzeti malumunuz. İnsana parmaklarını yediriyor neredeyse. Benim gibi, lezzetlere karşı iradeniz zayıfsa, o zaman işin sağlık yönü devreye giriyor. Her ne kadar damağına düşkün bir arkadaşım, "Keyifle yenen yemek insana zarar vermez" tezini savunsa da, kilo, kolesterol sorunları insanın yakasına yapışıveriyor. İki arada bir derede kaldım. Ya gezilerde yemekleri görmezlikten geleceğim, ya da "atın ölümü arpadan olsun" deyip lezzet peşinde koşturmaya devam edeceğim.
Antalya’da bu konuda henüz bir karar veremediğim için, yemekle gezmeyi yine birlikte gerçekleştirdim. Uçaktan indiğimde korktuğum sıcak havayla kucaklaşmadım. Antalya’da kendimi hep kapısı açık bir fırının önünde duruyormuşum gibi hissederim. Bu kez Mayıs başı olmasına rağmen kabul edilebilir bir sıcak vardı. Kuzeyli bir rüzgár insanı sarmalıyor, hatta biraz ürpertiyordu.
Antalya’yı çoktandır bir geçiş yeri olarak kullanıyordum. Havaalanından bindiğim arabayla, kente uğramadan hep başka istikametlere kaçıveriyordum. Turistlere teslim olduğundan beri kentle arama bir soğukluk girmişti nedense. Antalyalı şair Ümit Kayacan’ın söyledikleri hep kulağımdaydı: "Doğru mu yaptık biz insanlar? Para kazanmak uğruna bir kentin kimliğini yok ettik. Bir başka kişiliği doğasıyla, kültürü ile yeniden yarattık. Öncesiyle kopuk bir başka kişilik..."
Daha 10-15 yıl öncesine kadar 250 bin olan nüfusu, bir milyonu geçti artık. Bu hızlı değişim, kente bambaşka bir çehre kazandırdı. İşte ben bu yeni kentle barışık değildim. Bu kez Antalya’nın tadına bakmaya geldiğim için kentten kaçamadım. Öğle yemeğini iki yerde birden yiyecektim. Buraya özgü tatları, ayrı lokantalarda tatmak zorundaydım.
MÜZE GİBİ MAHALLE
Yemek vaktine kadar vakit geçirmek için Kaleiçi’ne gittim. Antalya’nın bu en eski yerleşim yeri, daracık sokaklarıyla bir labirenti andırıyordu. Bahçeli evlerin çoğu kahveye ya da bara dönüştürülmüştü. Restore edilen birkaç konak, butik otel olmuştu. Sokaklar sakindi. Halıcılar, hediyelik eşya satan dükkanlar, mallarını kaldırımlara dökmüşlerdi ama, çevrede dolaşan birkaç erkenci turistin alışverişe niyeti yok gibiydi.
Dış tehlikelere karşı bir kalenin içine inşa edilmiş olan Antalya, artık kentten kopuk bir açık hava müzesine dönüşüvermişti. Bir halıcı beni tanıyıp çay içmeye davet etti. Dert yüklü olduğu anlaşılıyordu. Çay gelir gelmez anlatmaya başladı: "Müze gibi bir mahalle ama ne gelen var ne giden. Tatil köylerindeki ’her şey dahil’ yüzünden turist kente inmez oldu. Kaleiçi’nde artık kiramızı bile zor çıkarıyoruz..."
Halıcıyı dertleriyle baş başa bırakıp limana doğru indim. Birkaç Japon turistten başka yabancı yoktu. Çay içenler, çekirdek çıtlatanlar, sevgililerini sıkıştıranlar, fotoğraf çekenler hep Antalyalı’ydı. Limanda en çok ilgi gören kişi de, köpek balığından fileto çıkartan yaşlı balıkçıydı. Etrafındakilere, bu balığın etinin ne kadar lezzetli olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
ŞİŞ KÖFTE, TAHİNLİ PİYAZ
Börekçi Zamora, Paçacı Şaban, Yedi Memet, Dönerci Hakan Baba, Börekçi Tevfik... Bunlar kaybolan kentin kaybolmaya yüz tutmuş simgeleriydi. Bir zamanlar Antalya’nın lezzeti onlardan soruluyordu. Geçmişi düşüne düşüne soluğu Yener Ulusoy Bulvarı’ndaki "Şişçi Ramazan’ın Yeri"nde aldım. Antalya, bir Akdeniz çocuğu olmasına rağmen balık nedense hep ikinci planda kalmıştı. Yayla geleneği sürdüğü için, et yemekleri hep ön plana geçiyordu. Bu yüzden öğleyin neredeyse tüm kent şiş köfte kokuyordu.
34 yıldan beri müşterilerine şiş köfte yapan Şişçi Ramazan, artık Korkuteli’ndeki yaylaya çekilmiş, ızgarayı oğulları Murat ve Turgay Özalp’a emanet etmişti. Murat, şişleri ızgaraya dizerken lezzetin perde arkasını anlattı. Köfteler kuzu ve keçi eti karışımından yapılıyordu. Hayvanlar Korkuteli’nde kendi çiftliklerinde besleniyordu. Başka lezzetlerin de tadına bakacağım için yağlı pidenin üstüne çekilmiş bir porsiyon şiş köfteyle yetinmek zorunda kaldım. Aslında aklım cızır cızır sesler çıkartarak kızaran yaprak dönerdeydi ama kendimi tuttum. Eğer yolunuz Şişçi Ramazan’a düşerse, iştahınızı frenlemeden bu lezzetli köfteden yiyebildiğiniz kadar yemenizi öneririm.
Öğle yemeğinin ikinci bölümü için bir koşu Özdoyum Restoran’a gittim. Burası Sanayi Sitesi’nin ortasında, 9 katlı bir binaydı. Tam 33 yıldır, başta çevre esnafı olmak üzere Antalyalıların karnını doyuruyordu. Aslında mönüsü çok basitti: Şiş köfte, tahinli piyaz ve kabak tatlısı. Antalya’nın ünlü tahinli piyazının en lezzetlisi buradaydı. Sadece bu piyazı yemek için gelenlerin sayısı bile çok fazlaydı. Ben de piyazı tatmak için buraya gelmiştim. Piyaz bildiğimiz piyazdı ama üstündeki tahinli özel sosla ortaya çok özel bir yemek çıkıyordu.
Bu piyaz Antalya’da birçok lokanta- da yapılıyordu. Şef aralarındaki farkı şöyle açıkladı: "Diğer yerlerde tahine fazla sirke karıştırırlar. O zaman sos ekşi ve sulu olur. Bizde sirke çok az kullanıldığı için sosumuz daha kıvamlı oluyor." Özdoyum’un piyazı kadar kabak tatlısı da ünlüydü. Kabaklar Camili Köyü’nden alınıyordu. Israrlara dayanamadım, tahin, ceviz ve dondurmayla sunulan tatlıdan birkaç çatal yedim. İlginç tatlara meraklıysanız, Antalya’ya gittiğinizde tahinli piyazı denemenizi öneririm.
KAYBOLAN ÇİÇEKLER
Hazım yürüyüşü için gittiğim Konyaaltı Plajı’nda kimsecikler yoktu. Halbuki yaz aylarında bu plajın, iğne atsan yere düşmez misali kalabalık olduğunu biliyordum. Denizde taş kaydıra kaydıra bir süre yürüdüm. Oltalarını denize atıp, konuşmadan, sabırla bekleyen 3-4 balıkçıya rastladım. Kefal yakalamaya çalışıyorlarmış. Konuşunca kefalin bahane olduğunu anladım. Bunlar zamanı öldürmeye çalışan emeklilerdi. Zaten fazla zaman kalmamıştı, onu da Akdeniz’e dalıp giderek öldürmeyi anlamsız buldum.
Bir banka oturup, bina ormanına dönmüş kenti seyrettim. Akdeniz Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nün araştırması, Antalya civarında halen 1500 çeşit bitkinin varlığına işaret ediyordu. Bu bitkilerin 79’u sadece Antalya’da yetişiyordu. Ancak, daha önceki yıllarda Antalya’da yetiştiği bilinen birçok bitki de bulunamamıştı. Hatta bazı bitki türleri, inşaat alanlarında kaldığı için yok olmuştu. Eskiden Antalya halkı mart geldiğinde Beldibi’nde, oraya has bir laleyi görmeye giderdi. Şimdi orada oteller yükseldiği için laleler görünmez olmuştu.
Güneş batarken otelime döndüm, ve barda bir iskemleye oturdum. Biraz heyecanlıydım. Çünkü Türkiye’de en sevdiğim manzarayı seyredecektim. Bu manzara hep düşlerimi süslemişti, süslemeye devam da ediyordu. Bence, bu saatlerde Antalya’dan Bey Dağları’nı seyretmek kadar etkileyici bir şey olamazdı. Güneş batışa geçerken, Akdeniz boncuk mavisinden laciverde dönüştü, menevişleşti, dağlar ise mor siluetler halinde birbirine yaslandı. Dağların arkasında turuncu bir aydınlık, muhteşem bir fon oluşturdu. Yükseklerden geçen bir uçak, bu renk cümbüşünün ortasına beyaz bir çizgi çekiverdi. İşte bu an her türlü hayal kurmaya açıktı; İster zirvelerde dolaş, ister uçağa bin git, ister Akdeniz’in uzak ülkelerindeki yaşamlara karış... Bundan sonrası düş kurma yeteneğine kalıyordu.
Yazımı şair Ümit Kayacan’ın şiiriyle bitirmek istiyorum: "Nerede Yıldız sineması/ Hüsniyanım teyze,/ Isırgan tarlaları,/ Uçurtma uçurduğumuz bahçe?/ Portakal çiçekleri ağlıyor sessizce./ Bir fayton bekliyorum şimdi yağmurla birlikte./ Kalın dudaklı bir kadın; tutmuş çocukluğumu elinden onu geri getiren.../ Beyaz duvaklı bir hüzün Antalya’yı güzel kızım; nerede o bağbozumu öncesi yüzün?.." Antalya’nın simgesi Yedi Memet, Korkuteli’nde mantarlı su böreği, yanık dondurması, Kalkan’da ahtapot, Kaş’ta Laos buğulama, saray lokması, Olimpos’ta yörük gözlemesi haftaya kaldı.