Festivali bahane edip Türkiye’nin batı ucundaki Karaburun Yarımadası’na gittim. Bir yandan köy köy dolaşıp yöre yemeklerinin tadına baktım, diğer yandan festivale katılan toplulukların söylediği barış şarkılarına eşlik ettim. Lezzetiyle, rüzgárıyla, doğasıyla, deniziyle Karaburun’a aşık oldum.
Türkiye’nin batı ucundaki Karaburun’u anlatmaya bir şiirle başlamak gerek. Çünkü üstüne şiir yazılmış kasaba sayısı pek fazla değil. Karaburun üstüne şiir yazan Nazım Hikmet olursa, yazının "Şeyh Bedrettin Destanı"ndaki mısralarla başlaması şart olur sanki:
"Sıcaktı./ Baktı Karaburun dağlarından O,/ baktı bu toprağın sonundaki ufka/ çatarak kaşlarını:/ Kırlarda çocuk başlarını/ kanlı gelincikler gibi koparıp/ çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde/ beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp./ Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı,/ demiri oya gibi işleyip hep beraber,/ hep beraber sürebilmek toprağı,/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,/ yarin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde, hep beraber!/ diyebilmek için."
Karaburun’a festivale gidiyordum. Daha önce, bir sonbahar ortasında bir gün kalıp kıyı kıyı Çeşme’ye geçmiştim. Aklımda, sessiz sokaklar, terk edilmiş dağ köylerinin görüntüleri, kıyıyı döven hırçın deniz, gözlerimi yaşartan sert poyraz, bir de İnecik Köyü’nün tabloyu andıran tabelası kalmıştı. Yani duygu alışverişi yapacak kadar yakınlaşamamıştım Karaburun’la. Bu kez birbirimizi daha yakından tanıyacağımızı umuyordum.
Çeşme otoyolunu, Karaburun sapağından terk ettim. Denizle kol kola giden, dar ve virajlı yoldan, yarımadanın ucuna doğru ilerlemeye başladım. Birçok sürücü bu yoldan şikayet ediyordu. Onun için yazlıkçılar Mordoğan’dan öteye fazla geçmiyordu. Bu yüzden de yarımadanın iç ve uç kısımları nispeten bakir kalmıştı. Yani Datça Yarımadası’yla aynı kaderi paylaşmışlardı. Yolun zorluğu yüzünden doğalarını biraz olsun koruyabilmişti bu güzelim iki yarımada.
KARABURUN’UN ZORLU YOLU
Aslında Karaburun’a ulaşmak yıllar boyu hep sorun olmuştu. Neşet Öztekin’in, "Mordoğan" adlı kitabından öğrendiğime göre, 1940’larda ulaşım İzmir’den kalkan vapurla yapılıyordu. Uşak, Mudanya, Güzel İzmir, Tayyar isimli vapurlar, sırayla pazartesi günü Gümrük İskelesi’nden kalkar, Urla, Uzun Ada, Mordoğan, Kaynarpınar, Karaburun, Yeniliman ve Foça iskelelerine uğrayıp salı akşamı İzmir’e dönerdi. Haftanın ikinci seferi ise perşembe günü yapılırdı.
Vapurun uğradığı iskeleler adeta bayram yerine dönerdi. Çoluk çocuk tüm kasaba rıhtımda toplanır, gelenleri karşılar, siparişlerini alır, sonra el sallayarak vapuru yolcu ederlerdi. 1947 yılına gelindiğinde, vapur seferlerine ek olarak Karaburun Belediyesi 28 kişilik bir yolcu otobüsünü hizmete koydu. Sabah sekizde Karaburun’dan kalkan otobüs, akşam İzmir’e varıyor, ertesi sabah geri dönüyordu.
Darlığına, virajına rağmen ben bu yolu seviyordum. Hele yol kıyısına sıralanmış katırtırnaklarının sarı sarı açtığı, doğanın çiçeklendiği bahar aylarında bu büyüleyici manzaraların arasından kıvrılıp gitmek ne kadar keyifli oluyordu kim bilir? Aslında manzarası kadar lezzetleriyle de baştan çıkartıcı bir yoldu. Örneğin yolun başlangıcındaki Balıklıova’da, denizin üstüne doğru uzanmış köhne lokantalarda taze balık yemeden geçip gitmek olur muydu hiç? Veya kıyıdaki kahvelerden birinde, bir dut gölgesine sığınıp bir yorgunluk kahvesi içmenin verdiği keyif göz ardı edilebilir miydi? Onun için yol bir türlü bitmek bilmezdi.
GÜNDÜZ YEMEK, GECE KONSER
Karaburun’da, Ergin Pansiyon’un bahçesinde Gökhan Akçura ile buluştuğumda yazlıkçılar yeni yeni uyanıyordu. Üzerlerindeki salkım salkım üzümleriyle asmaların, morlu, pembeli, beyazlı çiçeklerle bezenmiş begonvillerin, küpe çiçeklerinin, gündüz sefalarının gölgelediği bahçenin dört bir yanından kızarmış ekmek, demli çay, kahve kokuları yükseliyordu. Festival için gelmiş sanatçılar, müşteriler konuşmadan denizin dalgalarını seyrederek "afyonlarını patlatmaya" çalışıyordu. Ne de olsa gece geç bitmişti. Bütün yazlıklardaki gibi, balık, rakı, meze kokan, bol kahkahalı uzun sürmüş bir gecenin sabahıydı.
Gökhan Akçura, uzun yıllardan beri yaz tatillerini Karaburun’da geçiren, dramaturg, araştırmacı ve yazar bir dostumdu. Son beş yıldır gönüllü olarak Karaburun Festivali’nin düzenlenmesinde görev alıyor, canla başla çalışıyordu. Onun yaptığı programa göre, gündüzleri yarımadanın köylerinde dolaşıp yöre yemeklerinin tadına bakacak, akşamları da Nergis Çaybahçesi’nde düzenlenecek konserlerde, alkış tutarak yorgunluğumu giderecektim.
HATİCE TEYZE’NİN MUTFAĞI
İlk durağım Saip Köyü’nde Hatice Teyze’nin (Aykut) eviydi. Avlunun üstünü yaşlı bir asma kaplamıştı. Asmadan her biri iki kilo ağırlıktaki siyah üzüm salkımları sarkıyordu. Hatice Teyze, arılar ve kuşlar yemesin diye salkımlar için tülbentten özel torbalar dikmişti. 75 yaşındaki nur yüzlü kadın konudan konuya atlıyor, anılar anlatıyor, arada bir mutfağa koşturup yemekleri kontrol ediyordu. Yüzünden gülümseme hiç eksik olmuyordu.
İlk yemek sarı kabak, domates, nane, soğan, maydanozla yapılan ve kara fırında pişirilen "kabak zıngatası"ydı. Damağımda bu yemeğin tadıyla oynaşırken ardından "tava katmeri" sökün etti. Bu özel börek, altı katmerin arasına bol soğan, rendelenmiş kelle keçi peyniri, karabiber, maydanoz, ince bulgurla hazırlanan iç konarak yapılıyordu. Bu katmer tavası, yavaş ateşte çevrile çevrile pişiriliyordu. Damağımdaki lezzet patlamalarını duyar gibi oluyordum. Bu muhteşem yemek, muhteşem bir tatlıyla sona erdi: "Kesme Tatlı". Açılan katmer tepsiye seriliyor, üstüne susam, dövülmüş ceviz ve peksimetten oluşan iç konuyor, üstüne bir yufka daha konup oklavaya sarılıyordu. Oklava çekip çıkarıldıktan sonra, bu yuvarlak yufka bıçakla dilimleniyor ve fırına sürülüyordu. Nar gibi kızardıktan sonra, şerbeti dökülerek servis ediliyordu. Bu da lezzeti kelimelerle anlatılamayacak bir tatlıydı.
ALBATROS’UN LEZZETLERİ
Saip’ten çıkıp tepelerdeki Amberseki Köyü’ne tırmandık. Ağaçların gölgelediği kahvenin bahçesinden Karaburun, kuşbakışı görünüyordu. Burada Belediye Başkanı Serdar Yasa da bize eşlik etti. Kahvemin yanında yudumladığım ev yapımı karanfilli soğuk beyaz şarap, terimi soğutup vücudumu ürpertti. Yörenin ünlü üzümü Sultaniye’den yapılan bu şarap, şaraptan çok soğutulmuş alkollü bir şerbeti andırıyordu.
Akşam yemeğini yiyeceğim Albatros Restoran’a (232- 7313262) vardığımda güneş Sitilaryum’un (Akdağ) arkasına çekilmiş, rüzgár yelkenleri indirmişti. Yemeklerin gelmesini beklerken yorgunluğumu denizin küçük dalgalarına fırlatıp gecenin içine akmaya hazırlandım. Yakamoz’da keçi peynirini, bal gibi kavunu, sarmısaklı zeytinyağıyla sarmaş dolaş olmuş turp otunu, taze kaya koruğundan yapılmış turşuyu, biraz önce denizden çıkmış kalamarı ve kaya barbunyasını, bütün gün hiçbir şey yememiş gibi mideme indirdim.
Akşam Nergis Çaybahçesi’nde, İzmir’den gelen Sanat Grubu’nun çaldığı Türk ve Yunan müziklerine tempo tuttum, sirtakiyle karışık kasap havası oynayanları alkışladım. Karaburun’daki ilk günüm tam bir şenlik havasında geçmişti. Yatağa yattığımda, poyrazın balkon kapısından içeri girip serin serin bana sarıldığını hissettim. Diğer köyler, lezzetli yemekler, festivalin devamı haftaya kaldı.