Petrol diyarı Adıyaman, topraklarının altındaki zenginliğin hiç faydasını görmüyor.
Bir köşede unutulmuş bu kent, göz ardı edilmenin kırgınlığını yaşıyor. Adıyaman ili her şeye rağmen gururlu. Çünkü zirvesinde kralların oturduğu Nemrut Dağı il sınırları içinde.
Her gitmenin bir bahanesi vardır mutlaka. Aslında "başını alıp gitmek", gitmelerin en heyecan vericisidir. Plan, program yapmadan, sadece "ben gidiyorum" diyerek yola düşmek her babayiğidin harcı değildir. Yürek ister. Bunu becerebilen dünyanın en cesur, en mutlu gezginidir. Daha fazla yaş almadan "ben gidiyorum" deme cesaretini göstermek arzusundayım. En büyük düşüm de, havaalanına gidip nereye uçtuğunu bilmediğim bir uçağa binmek.
Uzun bir süreden beri gezilerimin bahanesi "yemek" oldu. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki "Lezzet Durakları"nı keşfetmek, yemeklerinin tadına bakmak, öykülerini dinlemek ve bu keşiflerimi de CNN Türk aracılığıyla sizlerle paylaşmak... Mutfaklardan kaçmayı becerdiğim anlarda da kentin sokaklarında veya yakın çevresinde dolaşarak, o lezzetlerin oluşmasına neden olan kültür ve coğrafya hakkında ipucu yakalamaya çalışıyorum.
Geçen ayki rotamın üstünde Adıyaman ve Kahramanmaraş vardı. Maraş’ı birkaç kez görmüştüm ama biraz ötesindeki Adıyaman’a ilk kez gidiyordum. Çevrede çok dolaştığım halde yolum bir türlü bu kente düşmemişti nedense. Yemek faslına geçmeden önce Adıyaman’ın sokaklarında dolaşıp bugünü gözledim, sonra biraz uzaklaşıp kentin geçmişinin peşine düştüm. İlk izlenimlerime göre burası derli toplu, kendi halinde, bir köşede unutulmanın kırgınlığında, yatırım bekleyen, sesini Ankara’ya duyuramayan, iş kapısı çok kısıtlı kalmış, gençlerine gelecek hayalleri sunamayan bir kentti.
YEDİYAMAN’DAN ADIYAMAN’A
Ama geçmişine bir göz attığınızda, göz kamaştırıcı görüntüler ortaya çıkıyordu. Adı Bizans döneminde Pordonium, 757’de El Mansur’un ele geçirmesinden sonra Hüsnümansur oldu. Kent uzun yıllar bu isimle anıldı. 1926’da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Bakanlar Kurulu bu adı değiştirip Adıyaman’da karar kıldı. Bir rivayete göre Adıyaman adı, Perre şehrindeki bir olaydan kaynaklanıyordu. Bu şehirde puta tapan bir baba ile yedi oğlu yaşıyordu. Çocuklar babalarının evde olmadığı bir gün tüm putları kırıp tek tanrıya inandıklarını ilan ettiler. Baba durumu öğrenince yedi oğlunu da öldürdü. Bu yedi kardeşin anısına Perre’de bir manastır yapıldı ve şehre de "Yedi Yaman" adı verildi. Bu isim gel zaman git zaman Adıyaman’a dönüştü. Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki bu kavşak noktası, insanlık tarihi boyunca eşi az görülen medeniyetlere ev sahipliği yapmıştı.
Adıyaman’ın geçmişi kadar övündüğü diğer bir konu da, topraklarının altında yatan zengin petrol kaynaklarıydı. Türkiye’de çıkartılan petrolün yarısından fazlası buradaki kuyulardan elde ediliyordu ama, bunun Adıyaman’a bir faydası yoktu. Petrol çıkıyor ve gidiyordu. Kentin ekonomisine hiç katkısı olmuyordu. Adıyaman’ın bir diğer övünç kaynağı da, zirvesinde kralların oturduğu Nemrut Dağı’nın Adıyaman il sınırları içinde olmasıydı. Bu dağ onlarındı ve hiçbir komşu ile paylaşmak niyetinde değillerdi. Bu konuyu tartışmak bile istemiyorlardı. Varları yokları zaten bir tek bu dağdı.
KÁHTA’NIN VELİSİ DELİSİ
"Zirve karlıdır, bu mevsimde çıkamazsınız" yolundaki uyarıları kulak arkası edip direksiyonu Nemrut’a doğru kırdım. 35 kilometre sonra karşıma Kahta ilçesi çıktı. Kahtalı Mıçı’nın türkülerini dinlerken bu kasabayı başka türlü düşlemiştim: Uzakta, yalnız ve küçük... Öyle olmadığını gördüm. Apartmanlar, oteller, geniş yollarla Kahta koca bir kentti. Sokaklarda dikkatimi berber dükkanları ve kahvehaneler çekti. Neredeyse her 10 metrede bir berber ve kahve vardı. Kahve işsizliğin göstergesiydi ama neden bu kadar çok berber dükkanı vardı? Kahta ayrıca "delisi ve velisi" ile de meşhurdu. Kısa ziyaretim sırasında her ikisine de rastlamadım. Nemrut Dağı’na ve Kommagene Krallığı yerleşimlerine gitmek isteyenler için burası en ideal üslerden biriydi.
Kahta’dan sonra karşıma uçsuz bucaksız, yalnız topraklar çıktı. Boz tepeler, bulutlarla sarmaş dolaş olmuş dağlar, ekinsiz tarlalar göz alabildiğine uzanıp gidiyordu. Uzaklarda bir yerde Atatürk Barajı’nın uzantısı, soğuk güneşin altında gümüş gümüş parlıyordu. Arabayı bir tepede durdurup dışarı çıktım. Rüzgarın uğultusundan başka hiçbir ses yoktu. Toprak kokan soğuk havayı kana kana soludum. Uzaklarda birkaç pompa, yerin altındaki petrolü çıkarabilmek için başlarını indirip kaldırıyorlardı. Onları nedense eşeğe benzettim. Aç karnını doyurmak için otlayan kara bir eşeğe.
Sonra Karakuş tümülüsüne saptım. Yüksekliği 35 metre olan bu taş yığınının, Kommagene krallarından birinin anıt mezarı olduğunu gelmeden önce öğrenmiştim. Okuduğum kitaplarda anlatılan üç sütunu gördüm. Birinin üstünde hiçbir şey yoktu, birinin üstünde bir boğa kabartması, diğerinde ise başsız bir kartal figürü vardı. Tümülüs adını işte bu kuştan almıştı. Ama neden "kara" demişlerdi onu anlayamadım.
Tümülüsten sonra yalnız yollarda döndüm dolaştım, antik dönemde adı Khabinas olan Cendere Deresi’ne vardım. Derin bir kanyonun ağzındaki Roma köprüsünün üstünden karşı yakaya geçtim. Karşıma üç çocuk çıktı. Bir taşın üstüne oturmuş bir şeyler anlatıp gülüşüyorlardı. Etrafa baktım. Onlara ait ne bir ev ne bir köy gördüm. Çocuklara, "Neredensiniz?" dedim, karşıdaki uzak tepeyi gösterdiler. Onları defterime "Cendere Köprüsü’nün çocukları" diye not düştüm.
125 metre uzunluğundaki köprünün iki ucunda bir zamanlar birer çift anıt bulunuyormuş. Ben üç sütun saydım. Bu sütunlar imparator Septimius Severus, eşi Julia Domna, yerine geçen oğulları Caracalla ve Geta onuruna dikilmişti. Geta ölünce kardeşi onun sütununu söktürmüştü.
Yola lezzet yolculuğu için çıkmıştım, yemeklerin yanı sıra geçmiş dönemlerde dolaştım, yalnız topraklarda sessizliğin tadını çıkardım. Zaten yolculuklar bir bahaneyle başlayıp rastlantılarla sürüp gitmez mi?
Önümüzdeki yaz için Adıyaman’ı bir kenara yazmanızı öneriyorum. Türkiye’nin bir başka yüzünü, uçsuz bucaksız toprakların güzelliğini, geçmişteki medeniyetlerin görkemini görmenin sizi mutlu edeceğinden emin olabilirsiniz.
ETLE HAMURUN LEZİZ EVLİLİĞİ
En sonunda az gittim, uz gittim, Nemrut’un eteklerine vardım. Yolda rastladıklarım da "yukarı çıkma" deyince inatlaşmadım, "gördüklerim yanıma kar kaldı" diyerek gerisin geri Adıyaman’a dönüp yemeklerin peşine düştüm. Orada ne yedin diye soracak olursanız, cevabım ağzınızı sulandırabilir; Önce Hocaömer Mahallesi 85. sokak’taki Süreyya Et Lokantası’na gittim.
Orada süt danasıyla kuzunun kaburga bölümünden hazırlanan kıymayla yapılan Adıyaman Kebabı’nı yedim. Ağzımda unutulmaz tatlar bırakan bu yemeğin yapılışı son derece yalındı. Kıyma küçük bir tepsiye yayılıyor, üstüne kırmızı pulbiber, tuz, karabiber ekleniyordu. Tepsinin etrafına domates ve soğan dilimleri konduktan sonra fırına sürülüyordu. 15-20 dakika sonra fırından çıkan tepsinin üstüne bu kez tatlı kırmızı dolmalık biber, maydanoz eklenip servis ediliyordu.
Daha sonra Atatürk Bulvarı’ndaki Sofra Restoran’ın kapısını çaldım. Burada yörenin en sevilen yemeklerinden kavurmalı Hitap’ın tadına baktım. Çiğ böreği andıran bu yemek için, kavurma, soğan, sarmısak, maydanoz, pul biber, baharat çeşitleriyle bir iç hazırlanıyordu. Sonra bu iç açılmış yufkanın bir bölümüne konuyor, diğer bölüm bunun üstüne kapatılıp fırına sürülüyordu. Daha çok kış günlerinde yenen bu börek, etle hamurun evliliğinden nasıl muhteşem bir tat doğacağının en güzel örneği idi.
Son olarak Gölbaşı yolu üstündeki Paşa Konağı’na gittim. Burada da sac kebabıyla tanıştım. Etin en yalın tadını yansıtan bu yemek kuzu etiyle yapılıyordu. 200-300 gram ağırlığında parçalara ayrılan etler, soğan, domates, acı dolmalık biberle birlikte sacın üstüne diziliyor, sonra kömür ateşi üstünde kızartılıyordu. Kebap pişerken etrafa saçılan koku insanı kendinden geçiriyordu.