Paylaş
“Denizli ilinde şahit olduk. Yurtların yetersizliği beraberinde çeşitli sıkıntılar doğuruyor. Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters! Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak” demiş.
Başdanışmanı Yalçın Akdoğan dün bu sözün ne kadar saçma ve tehlikeli olduğunun farkına varmış, Twitter’da düzeltiyor:
“Ev, otel, yurt, pansiyon statüsünde olmayan, herhangi bir mevzuata ve kontrole de tabi olmayan bazı yerler öğrenci barındırmaktadır. Kayıt dışı ve denetim dışı ticaret yapan apartman türü bu yerler öğrenciler açısından da bir kısım sorunlar üretmektedir. Mesele budur.”
Akdoğan, bunların “apartman türü” yerler olduğunu ama kayıt dışı olduklarını da söylüyor.
Yani bildiğiniz bekâr evlerinden söz ediyor. Düzeltme diye yazdığı şey, hiçbir şeyi düzeltmiyor.
Normal olarak 18 yaşını bitirmiş, kanunen her işi yapmaya “reşit” insanlardan söz ediyoruz.
İsterlerse kimseye sormalarına gerek kalmadan evlenebilirler, isterlerse aynı evde oturabilirler.
Kimseye hesap vermeleri gerekmez, canları nasıl istiyorsa öyle yaşayabilirler.
Ama “kimsenin hayat tarzına karışmayan” Başbakan’a göre bu işler, ters işler!
Valilere emir veriyor, “Denetleyin” diye!
Dün Hürriyet’te bir haber vardı. Cumhuriyet’in 90. yılı nedeniyle Gençlik Bakanlığı bir gemi turu düzenlemiş. 53 ülkeden, 18-27 yaş grubundan 720 genç bu gemiyle Akdeniz kentlerini geziyorlarmış.
Kızlar ile erkekler birbirine karışmasın diye bakanlık “sivil polis” görevlendirmiş, ki her katta bekliyorlar, “muhafazakâr demokratları” kızdırıcı hareketler yapmasınlar diye uyarıyorlarmış.
Demek ki Başbakan’ın aklına bu gelmemiş, bekâr öğrencilerin oturduğu evlerin merdiven aralıklarına birer polis noktası kurdurabilirdi gayet rahatlıkla.
Niyeti hayatlarına karışmak filan değil tabii, maksat kayıt dışını kayıt altına almakmış!
Hipnotizmacı polis devleti
PROF. Dr. Canan Karatay eğer şanslı olmasaydı ciddi bir miktarda parasını “dolandırıcılara” kaptıracaktı.
“Dolandırıcılar” terimini tırnak içine aldım, nedenini yine benzer bir olay nedeniyle daha önce açıklamıştım.
Bunlar işlerini vatandaşı yüksek kazanç vaadiyle kandırarak değil, kendilerine polis süsü verip kandırarak yapıyorlar, bildiğimiz dolandırıcılardan farkları var yani.
Nasıl yaptıkları da artık herkesçe biliniyor: Polis taklidi yaparak birisini arıyorlar, fonda telsiz sesleri filan da duyuluyormuş, “terör örgütünün” hesapları ele geçirdiğini, hemen bankaya gidip parasını çekerek polise getirmesi gerektiğini, aksi takdirde suç ortağı durumuna düşeceğini filan anlatıp insanları kandırıyorlar.
Bununla ilgili olarak gazetelerde, televizyonlarda ayda en az dört–beş haber yayımlanıyor. Ama her seferinde vatandaşlar aynı tuzağa düşmeye devam ediyorlar.
Tuzağa düşüyorlar çünkü adeta büyülenmiş gibiler.
Prof. Dr. Karatay “Dolandırıcılar beni telefonla hipnotize etti” diye anlatıyor bu durumu.
Aslında evet, bir hipnotizma meselesi var ama bunu yapan şey adalete güveni tamamen sarsan polis devleti uygulamalarıdır.
Sadece Prof. Dr. Karatay’ı değil, bütün bir toplumu hipnotize ederek “dolandırılmaya açık hale getiren” şey budur.
Çünkü insanlar başlarına böyle bir şey gelirse, yani terör örgütü hesaplarını ele geçirir de paralarını bazı işlerinde kullanırsa, derdini kimseye anlatamayacağını biliyor artık.
Çünkü ne polise anlatabilir, ne savcıya, ne de yargıca!
Bir gizli tanık ifadesinin bile insanları müebbet hapse tıkmaya yeterli olduğu bir ülkede, kimse hukuka, hakkının yargıda savunulabileceğine güvenemez.
Polis tutanağının iddianame, iddianamenin mahkeme kararı haline geldiği bir ülkede, telefonda kendisini polis diye tanıtan birisine kimse “Hadi git işine, çok istiyorsan adresime celp gönder” deme cesaretini gösteremez.
Asıl suçlular, bu ülkeyi bir polis devleti haline getirenlerdir!
Siemens rüşvetinde bir gelişme hâlâ yok
BAZI şeyleri tekrarlamam gerekiyor ki unutulmasın, çünkü hepimiz biliyoruz ki kolay unutan bir toplumsal hafızamız var.
Gazetecilik dediğin iş de zaten biraz fikri takip ile ilgilidir.
Hatırlayacaksınız, Siemens şirketi birçok ülkede rüşvet dağıttığını kabul etti. Alman ve ABD hükümetleriyle bu suç nedeniyle uzlaşma masasına oturdu ve milyar dolarlık cezaları bu ülkelerin hazinelerine ödedi.
Bu köşede yazmıştım (bir de Metin Münir, Milliyet’te yazıyordu, ama artık onun yazı yazmasını engellediler, bu da bir başka Türkiye gerçeği!), Siemens şirketinin üst düzey bir yetkilisi Almanya’da savcılığa verdiği ifadede bir telekomünikasyon ihalesi için Türkiye’de bir bakan ile yemek yediğini söylemişti.
Aynı yönetici, şirketin Türkiye’de rüşvet dağıtma kararı aldığını da ifadesinde söylüyordu.
Türkiye’de bu haberler çok fazla yer bulmadı ama ben bunu sıkça hatırlattım, en son olarak da 28 Mayıs tarihinde “Savcılarımız uyuyor mu” diye sordum.
Konuyla ilgili olarak Ankara Başsavcıvekili Nuri Yiğit beni aramıştı ve ben de ertesi gün savcıların uyumadığını, Federal Alman Mahkemeleri ile yazışmaların sürdüğünü köşemde sizlere aktarmıştım.
Artık 2013 bitiyor, hâlâ bir gelişme yok.
Almanya ile yazışmalar, onların çevirileri zaman alıyor olabilir tabii.
Ama o bakan kendisini biliyor.
Neden hâlâ ortaya çıkıp o yemeği kimlerle, neden yediğini açıklamadı, merak ediyorum.
Öte yandan Siemens’in Türkiye’de rüşvet dağıttığı iddia edilen telekomünikasyon ihalesi ile ilgili incelemenin bu kadar uzun sürüyor olması da çok anlaşılır değil.
Almanya’dan belgeler gelene kadar, bu ihalede ne olduğunu, kimlerin ne teklif verdiğini, kararın ne çıktığını, kararın verilmesinde rüşvet dönüp dönmediğini araştırmak mümkün değil miydi?
Paylaş