Paylaş
Katil Ogün Samast’ı takip eden jandarma görevlilerinden Yüzbaşı Muharrem Demirkale, cinayetten bir gün önce ve bir gün sonra FETÖ mensubu eski savcı Zekeriya Öz ile 7 kez telefonda konuşmuş.
Cinayet sırasında katili takip eden jandarma görevlileri, fiziki takip kameraları ile Samast’ı ve cinayet öncesinde, cinayet sırasında ve sonrasında kaçarken kaydetmişler.
Savcı iddianamesinde Dink cinayetinin arkasında ulusalcıların bulunduğu algısının yaratılarak, Ergenekon operasyonlarına zemin oluşturulduğu da anlatılıyor.
Dink cinayetinde, Fetullahçı çetenin parmağının olduğu bir sır değildi zaten.
Gazeteci Nedim Şener’in 2009’da, cinayetten sadece iki yıl sonra yayınladığı “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” isimli kitabında, bu izin varlığı ortaya konmuştu.
Zaten Nedim Şener’in de Odatv davası aracılığıyla Ergenekon’a bağlanmak istenmesi de bu kitabın yayınlanmasından sonraya denk geliyor.
Zamanın hükümeti, o yıllarda bu çete ile “aynı menzile” yürüyordu, o nedenle bizlerin bütün itirazlarına, yazılarımıza rağmen, olayla ilgili sağlıklı bir soruşturma yürütülmesine de engel olmuştu.
Olayda parmağı olduğu açıkça belli güvenlik görevlilerinin soruşturulmasına izin verilmemişti.
Bu iznin zamanında verilmemiş olması, FETÖ ile ilişkisi olmayan dürüst polislerin bu işi açığa çıkaracakları endişesi miydi?
Doğrusunu isterseniz, o vakit o soruşturma yapılmış olsaydı da yine Fetullahçı savcı ve hâkimlerin elinde her şey örtbas edilebilirdi.
Çünkü buna uygun bir iklim yaratılmıştı ve bunun da tek sorumlusu ülkeyi düzgün yönetmekle yükümlü olanlardı.
Öyle görünüyor ki FETÖ soruşturmaları derinleştikçe karanlıkta kalmış çok şey öğreneceğiz.
Suçlular cezasını önünde sonunda buluyor.
Bu suçların işlenmesine, örtbas edilmesine göz yuman sorumlular da tarihte hak ettikleri şekilde anılacaklar.
DENETİMDEN ÇIKMAK ARTIK ÇOK ZOR
AVRUPA Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’yi 13 yıl sonra yeniden denetime almasına hükümetten gelen tepkiler, beklediğimiz gibi.
Cumhurbaşkanı’nın danışmanlar ordusundan Bülent Gedikli, “AKPM’nin Türkiye’yi tekrar denetime alma kararı hiçbir gerekçesi ve anlamı olmayan siyasi operasyondur! Asıl denetime ihtiyacı olanın AB ülkeleri” dedi.
Dışişleri Bakanlığı da kararı “İslamofobi” ve “yabancı düşmanlığı” ile eleştiriyor.
Bu tür tepkiler belki iç politikada bir “Avrupa karşıtlığı” yaratmaya ve bunu körüklemeye yarar ama Türkiye’nin düşürüldüğü durumu değiştirmez.
Hatta tam tersine, Avrupa ile kamuoyunun önünde kavga etmek, hem Batı’daki ırkçıların işine yarar hem de içeride uğraştığımız terör örgütlerinin dışarıdaki işlerini kolaylaştırır.
Bu kararla mücadele edebilmenin tek yolu var: Türkiye’yi yeniden demokratikleşme rayına sokmak!
Bunun dışındaki hiçbir şey, bu tabloyu değiştirmez.
1996 yılında denetime alınmıştık, 2004 yılında neden bu denetim kaldırılabildi? Buna yoğunlaşmak gerekir.
Türkiye’nin Avrupa’ya ihtiyacı var, aynı şekilde Avrupa da bu coğrafyada demokratik bir Türkiye’ye muhtaç.
Türkiye, referandumda kabul edilen Anayasa değişikliği ile güçler ayrılığına veda etti.
Güç merkezileşti, yargı ve yasama, yürütmenin kontrolü altına girdi.
Böyle bir ülkenin demokratikleşmesi beklenemez.
Ama ne yazık ki güçler ayrılığını yeniden kurup güçlendirecek bir Anayasa değişikliği için ortada uygun bir siyasi irade de yok.
Onun için Türkiye’nin görünür gelecekte bu denetimin dışına yeniden çıkabilmesi de mümkün görünmüyor.
BA'DE HARABİ'L-BASRA!
BAŞLIKTAKİ deyim “Basra yıkıldıktan sonra” anlamına geliyor. İş işten geçtikten sonra bir soruna müdahale etmeyi tanımlıyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Galataport projesi ile ilgili inşaatı durdurdu.
Tam da “Ba’de harabi’l–Basra” deyimindeki gibi.
Durdurmasının nedeni, Galataport inşaatı nedeniyle tarihi Paket Postanesi’nin ve Karaköy Yolcu Salonu’nun yıkım şekli ve verilen tadilat projesinin uygun olmaması.
Bununla ilgili incelemeyi 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu gerçekleştirdi.
Galataport ile ilgili projede, Paket Postanesi’nde ve Karaköy Yolcu Salonu’nda restorasyon yapılacağı bir sır değildi.
Her iki yapı da korunması gereken tarihi eser statüsündeydi.
Ama şu anda ikisi de yıkıldı ve belediye de inşaatı mühürledi.
Şimdi ne olacak? Tarihi iki bina yıkıldı, belediyenin inşaatı mühürlemesi o iki binayı geri getirmeyecek.
Peki bunun sorumlusu sadece inşaatı yüklenen şirket midir?
Kuşkusuz ki en büyük sorumluluk o şirkette. Ama böyle önemli bir projeyi denetleyen bir kurumun olmaması mümkün müdür?
Belediye görevini tam olarak yapmış olsaydı, inşaatı ve projenin sürdürülüş şeklini denetleseydi, tarihi iki bina ile ilgili olarak yapılacak işleri zamanında takip etseydi, bu binalar yine de yıkılabilir miydi?
Bununla ilgili olarak kanunlarımızda bir boşluk bulunmadığına kuşku yok.
Bütün mesele, o kanunları uygulayacak olan insanların, işlerine ne kadar bağlı olduklarıyla ilgilidir.
Bunun için de bu tür görevlere getirilen personelin, o işin ehli olması gerekir.
Liyakatin yerini partizanlığın aldığı her kurumda işler sonunda bu hale gelir.
Ve bugün ülkemizin bütün kurumlarında terfi etmenin, yeni görevlere atanmanın ne yazık ki tek ölçütü hangi partiye, ne kadar yakın olunduğu ile ilgili.
Paylaş