Paylaş
Her zaman söylemişimdir, bu dünyada insanların başına gelen her şeyin ilk sorumlusu Antik Ege tanrılarıdır.
Her şeye güçleri yeter ama ölümlü insanlara özgü kompleksler, hırslar, tatmin edilememiş duygular ile hükümranlıklarını sürdürürler.
Birazdan söyleyeceğim şeyin arkeolojik, antropolojik herhangi bir bilimsel değerinin olmadığını biliyorum ama söylemek zorundayım. Mademki gazeteci oldum, sorumluluğum her şeyi söylememi gerektiriyor.
Başkalarına ne kadar saçma gelirse gelsin!
Bu mesleğin iyi tarafı da budur ki bir gazeteci kendi söylediğinin her zaman en doğrusu olduğuna inanır ve bu fikirlerini insanlıktan saklamanın doğru bir tutum olmadığını düşünür.
Böyle olmamış olsaydı, onlarca mühendisin yaratmak için yıllarca çalıştıkları bir otomobili yarım saatliğine test ettikten sonra “Dikiz aynaları rüzgârda ses yapıyor” gibi cümleleri nasıl kurabilirdik ki?
* * *
Neyse, sözü uzatmayayım; yukarıda “Birazdan söyleyeceğim şey” dediğim meseleye geliyorum: Antik Ege tanrılarının böyle insani sorunlar ile malul olmalarının nedeninin Ege güneşi ile pişmiş üzümden yapılan şarap, incir ve zeytinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Şarabın canlılar üzerindeki etkisini biliyorsunuz. Zeytin ve onun yağı da olmasaydı, kuşkusuz ki çok sıkıcı bir dünyada yaşamak zorunda kalırdık.
Ama ah o incir yok mu?
Şimdi konuyu bu kadar uzattım diye editörlerin sinirlenmeye başladıklarını biliyorum.
Çünkü iyi bir editör, işlerini bir an önce tamamlayıp günün moda barlarından birine bir an önce kapağı atma planları yapan editördür!
Bu da tarihe benim imzamla böyle geçsin; bugüne kadar bu gerçeği siz değerli okuyucularımızdan saklamak için çok çaba gösterdiler çünkü.
Ama mademki kalem benim elimde, konuyu uzattıkça uzatabilir, onları gece yarılarına kadar gazetedeki bir odada tıkılı kalmaya mahkûm edebilirim.
Tanrıların oyunu hiç bitmez
Ne diyorduk: İncir!
İncir olmasaydı, hiçbir lokantanın olmadığı bir tarihsel dönemde insanlar karınlarını doyuramazlar, onun şekeri sayesinde uzun saatler boyunca çalışabilme olanağına da sahip olamazlardı.
Antik tanrılar için de geçerli bu söylediğim tabii ki!
Şimdi söyleyeceklerim aramızda kalsın lütfen; kırklı yaşlarına gelmiş kadınlar da dalında olgunlaşmış bir incire benzerler.
Dalında olgunlaşmış bir incir, kafa tarafından hafifçe çatlar ve içinden bir tür bal süzülür. Tadına doyum olmaz, hafiften çatlak oldukları için de insanın içine neşe verirler.
Tabii siz şimdi bu kadar gevezelikten sonra ana konuyu unutmuş olduğumu düşünüyorsunuzdur ama yanılıyorsunuz, ben de hem incirin yararlarını gördüm hem de ‘incir kadınlar’dan yayılan enerjiyi özümsedim.
* * *
Hades ismini taşıyan, öbür dünyanın, ölülerin tanrısı biraz tuhaftı.
Tanrıların tanrısı Zeus ile dördüncü karısı Demeter’in kızları Persefone’ye vurulmuş ve onu Nysa Vadisi’nde çiçek toplarken kaçırdığı gibi yeraltındaki ölüler dünyasına götürmüştü.
Nysa, Aydın’ın Sultanhisar’ına yakın bir yerde, bir gün yolunuz düşer belki (Tabii burada Sultanhisar inciri mi iyidir, Germencik inciri mi tartışmasına girmeyeceğim. Çünkü her şeyi tartışma konusu haline getirebilmek de iyi bir gazetecinin olmazsa olmaz vasfı sayılmalıdır. Bu konuda da bir fikrim var elbette ama kendime saklıyorum).
Demeter de çok üzülmüştü tabii.
Üzgün bir kadının yatağını toplamadığını, saçlarını taramadığını, hatta söz meclisten dışarı, sabahları duş bile almadığını biliyoruz.
Demeter de evi barkı boşladığı gibi işini ihmal etmiş, ekinlerle ilgilenmemişti. Bu nedenle büyük bir kıtlık çıkmış, aç kalan Zeus da Hades’i makamına çağırtıp fırçalamıştı.
Lord Frederic Leighton’ın 1891 tarihli bu eserinin adı ‘Persefone’nin Dönüşü’.
Bahar geliyor, hazır mısınız?
Zeus, Hades’e, Persefone’yi bırakmaz ise fena yapacağını söyleyince kızcağız da yeniden yeryüzüne teşrif etmiş, Demeter’in yeniden hasatla ilgilenmesine olanak sağlamıştı.
Ama tanrıların oyunu hiç bitmez, bunu da biliyorsunuz. Hades, Persefone’ye yeraltında bir nar tanesi yedirmişti ki âşık olduğu kızı arada bir görebilsin.
O günden beri Persefone ne zaman yeraltına üç-beş aylığına gitse, Demeter yemeden içmeden kesilir, ağaçlar yapraklarını döker, ekinler boy vermez olur. Tabiat Demeter’in acısına eşlik eder, güneş yüzünü göstermez.
Ne zaman ki Persefone yeniden yeryüzüne çıkar; ağaçlar yeniden yeşerir, ekinler göğerir, incirler olgunlaşır, tohumlar çatlar, bahar ve ardından yaz gelir.
Persefone’nin ılık ve güzel kokulu nefesi dünyayı sarar, insan yaşadığını anlar, kirazlar, bademler çiçeklenir, kanlar damarlardan hızla akar, her gördüğüne âşık olma isteği insan ruhuna hâkim olur.
Şimdi sizlere çok saçma gelebilir bu öykü ama bir düşünün bakalım. Bundan daha saçma ne hikâyelerle kandırıldınız bugüne kadar...
* * *
Bu satırları yazarken Bodrum’dayım, evin ‘hayat’ adı verilen yerinde oturuyorum; ocakta ateş de yanıyor ama hava soğuk diye değil, çıtırtısı hoşuma gidiyor diye!
Bir yandan da bahçede budama işleri sürüyor.
Bazı dalların kesilmesine gönlüm razı gelmediği için sanıyorum onları çaktırmadan arkamdan kesiyorlar.
Persefone’nin ılık nefesi, ara ara yağan yağmurdan fırsat bulduğunda ağaçlara can veriyor.
Yediveren limonların üzerinde yine hepsi bir arada: Sarı limon, yeşil limon, limon çiçeği, tomurcuklar!
Portakal ve mandalina çiçeklerinin iç bayan kokuları henüz tomurcukların içinde, dışarı çıkmayı bekliyorlar.
Sanıyorum bir 15 gün daha beklemek gerekecek. Yafalar da yeni yeni tatlanıyor zaten.
Sabah sahilde yürürken fark ettim, sabırsız Kıbrıs akasyaları sarı sarı patlamışlar bile.
Tepelerde, dev kayaların rüzgârı kesen kuytularındaki katırtırnakları da el sallıyor.
Burada kafalarını anlamsızca sağa sola sallayarak eşinen tavukları seyrederken ya da defne çiçeklerine pike yapan arı kolonilerinin sesini dinlerken hissettiğim tek şey huzur!
Bahar geliyor, hazır mısınız?
Paylaş