Paylaş
Devlet Bakanı Mehmet Aydın, “yararsız ve genel ahlaka aykırı sözlerin ayıklandığını” söylüyor.
Böylesini daha önce bir de 12 Eylül döneminde yaşamıştık.
Ayıklanan sözler, medeni bir insanın kendi yaşamında kabul edemeyeceği şeyler.
Kadınları “kaşık düşmanı”, “eksik etek”, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” diye kadınları aşağılayan sözler bunlar. Bir de “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi günümüzde de bazı çevreler için bir tür “yaşam mottosu” olan sözler var.
Kabul edelim ya da etmeyelim, bunlar bizim kültürümüzün bir sonucu.
Birçoğumuz mutabık olmasak da bu sözler yüzyıllar içinde söylene geldi ve bizim dilimizin bir parçası.
Diller elbette zaman içinde gelişiyor, değişiyor. Bazı sözcükler zaman içinde unutuluyor, yeni sözcükler dilin içine giriyor.
Bunların toplamı da bizim sözel kültürümüzü oluşturuyor.
Bunları geçmişimizden ve günümüzden silmek, “emir komuta zinciri içinde” mümkün değil.
Askeri yönetimlerin bu tür şeylere heves ettiğini ama bunun bir işe yaramadığını da biliyoruz.
Türk Dil Kurumu’na düşen, dilimizi bütün zenginlikleri ile birlikte, bazıları utanç verici de olsa, yaşatmaktır.
Bir hükümet ya da bir “amir” emir verdi diye, insanların kullandıkları dili değiştirebileceğini zannedenlerin o kurumda yeri ve işi olmamalıdır.
Zaten bu kurumun kendisi de 12 Eylül’ün bir ürünüdür. Atatürk’ün “miras hakkını” yok sayan bir askeri yönetim kararının sonucudur.
O nedenle verilen bir emir üzerine sözlükleri “sakatlamaları” belki normal karşılanmalı.
Benim anlamakta zorlandığım şey, toplumumuzun gelişmişlik düzeyi bu durumdayken, bu sözcükleri sözlüklerden çıkararak manzarayı değiştirebileceğini zannedebiliyor olmalarıdır.
Üçüncü bir ordumuz daha varmış!
TÜRKİYE’de “özel güvenlik” kurumlarında çalışanların sayısı 168 bin 975 kişiye ulaşmış.
Bu 168 bin 975 kişinin çok az bir bölümünü tanıyorum. Bazıları bizim gazetede çalışıyor, bazıları oturduğum sitede. Sabahları günaydınlaşıyoruz, akşamları birbirimize “iyi akşamlar” diliyoruz.
Çok genç insanlar ve çalışma şartlarının da o kadar iyi olmadığını, ücretleriyle ancak günlük yaşamlarını sürdürebildiklerini, çocuklarının geleceği için birikim yapamadıklarını da biliyorum.
Ama durumun ilginçliğini de belirtmek zorundayım.
Bu sayı, Polonya, Kanada, Bulgaristan, Portekiz, Ukrayna, Arjantin gibi ülkelerin de aralarında bulunduğu 134 ülkenin asker sayısından fazla.
Avusturya, Belçika, Portekiz ve Çek Cumhuriyeti’nin orduları bir araya gelse bile bu sayıya ulaşamıyorlar.
Şimdi biz vatandaşlar olarak çalışıyor ve kazandığımızın bir bölümünü vergi olarak devlete veriyoruz.
Belki çok saf biri olabilirim, okulda bizlere öğretilenlere inandığım için!
Şöyle öğrenmiştim: Devlet, vatandaşlarının güvenliğini, eğitimini, sağlık gereksinimlerini karşılamak için vergi toplar!
Şimdi bu öğrendiğim ile karşıma çıkan tablo birbirini tutmuyor.
Hem devlete “beni korusun” diye vergi veriyorum hem de gelirimin bir bölümünü beni korusunlar diye özel güvenlik kurumlarına veriyorum!
Demek ki devlet, üzerine düşenin bir bölümünü yerine getirmiyor. Demek ki İçişleri Bakanlığı yeterince çalışmıyor. Ben kendimi korumak zorundaysam, işkencecilere kol kanat geren Bakan Bey o koltukta neden oturmaya devam ediyor?
Hepimiz özgürüz. ‘Ancak’!
DÜN Milliyet’te Serpil Çevikcan’ın haberini okuyunca nasıl bir ülkede yaşamak zorunda olduğumu bir kez daha düşündüm ve doğrusunu isterseniz korktum!
Ceza Muhakemesi Kanunu değişirken, tutukluluk süreleri ile ilgili “2 yıllık” kısıtlama hükmünün uygulanması 31 Aralık 2010 tarihine bırakılmıştı. Özel yetkili mahkemelerin gördüğü davalarda bu süre iki misline çıkarılıyor.
Bizim bütün özgürlükçü kanunlarımızda olduğu gibi o maddenin de bir “ancak” diye başlayan bölümü var! “Zorunlu hallerde” bu süre üç yıla kadar uzatılabiliyor.
“Ancak” denince akan sular duruyor, özgürlükler ve insan hakları ihmal edilebiliyor!
Şimdi Adalet Bakanlığı yetkilileri oturup karar vermişler ki “2 yıllık süre zorunlu hallerde 3 yıl daha uzatılabiliyorsa, normal süre beş yıldır; özel yetkili mahkemelerin görev alanına girdiğine göre de süre on yıla uzayabilir”!
Bunun Ergenekon davası için özel olarak düşünüldüğüne kuşku yok.
Tutukluluk süresinin sınırlandırılması ilkesinin bir amacı var: Yargılama hızlı olsun, adalet çabuk tecelli etsin, suçsuz insanlar uzun süre hapis yatmasın, suçlular ise bir an önce cezalarını alsınlar!
Bizim Ergenekon ve Balyoz gibi davaların kısa sürede bitmeyeceğine kuşku yok.
Çünkü iddianameler karman çorman, gereksiz yere uzun, yargılama usulümüz adil bir yargılamayı hızla yapabilecek durumda değil.
Ergenekon ve Balyoz davalarını ciddiye alıyorum. Bu davalarda ileri sürülen suçlar çok ağır ve eğer gerçekten işlendiyse suçluların cezasız kalması, adalet duygusuna sahip insanlar için kabul edilebilir değil.
Ama hem iddianamelerin yetersizliğinden, hem yargılamada “adalet” gözetilmediğinden hem de uzun tutukluluk sürelerinden kaynaklanan nedenler ile gerçek suçlular varsa bile cezasız kalacaklar.
Zaten Adalet Bakanlığı da bunun farkında ki tutukluluk sürelerinin 10 yıla çıkabileceğine ilişkin yorumlar yapıyorlar.
Tutukluluk süresini, hukuka aykırı olarak bir cezalandırmaya dönüştürmeye çalışıyorlar.
Kendisine “Demokratım”, “Hukuk devletinden yanayım” diyen bir insanın kabul edemeyeceği bir durum bu.
Ve benzerlerine ancak faşist, otoriter düzenlerde rastlanıyor.
Paylaş