Paylaş
En küçük bir anlaşmazlık bile bir anda ciddi bir tartışmaya dönüşebiliyor, kimse kimseyi dinlemiyor.
Öyle bir görüntümüz var ki her an kavga etmeye hazırız, adeta çatacak yer arıyoruz.
Bu toplumsal bir hastalık haline dönüşüyor ve büyük ölçüde de ülkenin siyasi atmosferinden kaynaklanıyor.
Oy hesaplarıyla toplumun kamplaştırılması, toplumsal barışı tehdit ediyor, günlük hayatlarımızda da gerginliklere ve kavgalara neden oluyor.
Ve ülkeyi yönetenler sanki bunların hiç farkında değillermiş gibi her gün yeni bir kamplaşma vesilesi icat ediyorlar, ülkenin bir yarısını yok varsaymak bir yana adeta yok etmek ister gibi davranıyorlar.
Aşağıda okuyacağınız mektubu, bir Anadolu üniversitesinde görev yapan bir akademisyenden aldım.
Malum nedenlerle ismi bende saklı ve mektubunda kimliğinin anlaşılmasına neden olabileceğim bölümlerini de ayıkladım.Umarım yöneticilerimiz de okur, toplumun nasıl bir barut fıçısına dönüşmekte olduğu konusunda bir uyarı olarak algılarlar.
Buyurun, mektup aşağıda:
“Korku içinde taşralı bir akademisyen olarak size yazıyorum. Mehmet Bey, ülke gündeminde yer almıyor, yerel basında idareciler iletişim kurarak basına yansımasını engelliyor, ancak pek çok taşra üniversitesinde birikmiş ve tehlikeli patlamaya gebe bir enerji var.
Kastettiğim öğrencilerimiz. Gerginlik oldukça ürkütücü. Öyle ki, Süleyman Şah hadisesi ve Fırat’ın ölümü gerilimi büsbütün tırmandırdı.
Bazı günler üniversitenin bazı birimleri, ikinci öğretim derslerini kesiyor ve binayı tahliye ediyoruz. 23.00’te bitmesi gereken ikinci öğretim dersleri, 21.00’de veya bazı hallerde daha erken bitiriliyor. Dekanlar kendilerini kurtarmış oluyor işte. Üstelik de bu tahliye resmi yazıyla olmuyor, dekanlar veya meslek yüksek okullarında müdürler sınıfları gezerek boşaltmamızı istiyorlar.
Derslerde öğretim elemanları korkarak ders anlatıyor. Özellikle sosyal bilimlerde, verilen örneklere dikkat etme zorunluluğu kâbusa dönüşmüş durumda.
Derslerde ses kaydı yapan partili öğrenciler var, elbette yapsınlar ancak korku ve endişe bilimsellikten taviz vermeye davetiye çıkartıyor.
Öğrenci kulüplerinin akademik danışmanı öğretim elemanları AK Parti politikalarını meşrulaştıracak faaliyetler yapabiliyor. Örneğin ben öğrencileri gazete okumaya teşvik için ‘Türkiye’de ve dünyada ne oldu?’ diye bir uygulama yapıyorum, dönem başlayalı iki hafta oldu ve iki haftada öğrencilerin birbiriyle şiddet dolu sözler içeren tartışmalarına hâkim olamaz hale geldim.
Zaten şaheser bir eğitim vermiyoruz. Açıkça kötü eğitim veriyoruz. Ancak şimdi evrensel içerikte ders anlatmaktan uzaklaşmakla karşı karşıyayız.
Öğrencilerin sorularını cevaplarken, kavramlara nasıl takla attırdığımızı bir bilseniz, kahkaha tufanı oluşturacak çok satan kitap olur. Tabii muhtemelen buna da sadece Beyaz Türkler güler.
Bir örnek vereyim ne demek istediğimi anlayın lütfen. İktisadi ve sosyal düşüncenin evrimi konusunu işlerken, Homo Sapiens Sapiens’i, Adem ve Havva üzerinden anlatmak zorunda kalıyorum! İstanbul’dan ‘muktedire eleştiri kolay’ ama taşrada değil.”
Türkiye’nin gücü testleri geçemiyor!
DEVLET yöneticilerimizin demeçlerine bakarsak Türkiye, artık bir “lider ülke”!
G-20’ye başkanlık ediyor, bulunduğu bölgenin büyük ağabeyi, tek başına BM Güvenlik Konseyi’ne direniyor vs.
Başında da bir “dünya lideri” var!
Herkes ona hayran, dünya halkları “Keşke bizim başımızda da böyle bir lider olsa” diye hayıflanıyor.
Bu lider sayesinde o kadar güçlü, o kadar güçlü ki kimse Türkiye’nin gücünü test etmeye kalkışamıyor!
Türkiye’nin gücünü test etmeye kalkışanlar miting meydanlarında, Meçlis kürsüsünde, sivil toplum kuruluşlarının toplantılarındaki nutuklarda doğduklarına pişman ediliyorlar!
Tabii Türkçe bilmedikleri için arada bir “test etmeye kalkışan” yine de oluyor, orası ayrı, fazla kurcalamayın!
Fakat yine de anlamakta zorlanıyorum.
Mesela “faiz lobisi” diye bir “şey” var, o böylesine güçlü bir ülkeye kafa tutabiliyor!
Duruma öylesine hâkimler ki Merkez Bankası’nı da ele geçirmişler, kimse onlarla baş edemiyor, sadece demeç verilebiliyor!
“Dolar lobisi” canı istediğinde koskoca ülkenin parasının değerini yerle bir edebiliyor.
Sonra, “Vatan hainliği yapıyorlar” diye suçlanan Merkez Bankası’nın “bu işi düzeltmesini” bekliyoruz!
Zaten meğerse bunların yönetimindeki 12 yılda devlet içinde bir de “paralel devlet” kurulmuş, yöneticilerimizin“saflığı” nedeniyle onlara “ne isterlerse” verilmiş.
Bu nasıl bir “lider ülke”, anlayabilen varsa bana da anlatsın!
Şikâyetçi olmak gerekmez
BİNLERCE kişinin
uyduruk gerekçelerle, sahte isimlerle, hayali suçlarla telefonları dinlendi.
Şimdi savcılık bu işlerin içindeki polisleri soruşturuyor, içlerinde tutuklananlar da var.
Savcı, soruşturmasını yürütürken telefonları dinlenen kişileri de çağırıyor, şikâyetçi olup olmadıklarını soruyor.
Buna neden gerek duyuluyor, bilemiyorum.
Temel bir anayasal hakkın ihlali söz konusu iken şikâyetçi olunmasına niye gerek duyuluyor? Bu, takibi şikâyete bağlı bir suç mudur, yoksa ağır cezalık bir suç mu?
Ve unutmayalım ki o dönem devletin bakanları “Korktuğunuz bir şey yoksa telefonlarınızın dinlenmesinden çekinmeyin” diyorlardı.
Onların bu işteki sorumlulukları nedir? Sadece siyasi sorumluluktan değil, cezai sorumluluktan da söz ediyorum.
Bu işlerin onların emirleriyle ya da göz yummalarıyla yapılıp yapılmadığını savcılar inceliyor mu?
Paylaş