Paylaş
- KÖZ’cüler: Gülen Cemaati’nin eski “Emniyet İmamı” Kemalettin Özdemir’e yakın ya da bağlı olan grupmuş.
- Okuyucular: Nurcu hareketin içinden bir grupmuş.
- Yazıcılar: Nurcu hareketin içinden bir grupmuş.
- Süleymancılar: Süleyman Hilmi Tunahan’ın izleyicisi olan bir cemaatmiş.
- Milli Görüşçüler: Necmettin Erbakan’ın izleyicileriymiş.
- Hak Yolcular: Bir dini tarikatmış.
- Menzilciler: Adıyaman çıkışlı bir dini tarikatmış.
- Kırkıncı Hocacılar: Ben de ilk defa duydum, bir dini tarikat daha!
Daha başkaları da varmış ama sanırım bunlara göre nispeten küçük oldukları için “esami listesinde” yer almıyorlar!
Bütün bu gruplar, şimdi bir iktidar mücadelesi içindelermiş.
Fethullahçılardan boşalan yerleri ele geçirmek ve kendi cemaat iktidarlarını güçlendirmek için amansız bir yarışa girmişler.
Şimdi size bir soru: Tahmin edin bakalım, bu cemaatler güç mücadelesini nerede veriyorlar?
Yanıtı “Diyanet İşleri Başkanlığı” olanlar kaybetti, “İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü” yanıtını verenler kazandı!
Bu bilgileri dünkü Milliyet’te Tolga Şardan’ın yazısından öğrendim ve sizlere aktarıyorum.
İçişleri Bakanı Efkan Ala yeni bir valiler ve emniyet müdürleri kararnamesi hazırlıyormuş, o nedenle de bakanlıktaki cemaatler, kararnamede etkili olmak için kıyasıya bir mücadele içindelermiş.
Öyle görünüyor ki hükümet, bakanlık kadrolarındaki cemaatlerden “paralel” olanını temizlemeye çalışırken, anahtarı götürüp bir başka cemaatin eline teslim edecek.
Sadece işini yapmaya ve kanunların gereklerini yerine getirmeye odaklanmış gerçek polisler, gerçek mülki idare amirleri bir kez daha havalarını alacaklar!
HDP’nin işi bu olmamalıdır
HDP grup başkanvekilleri bir yazılı açıklama yaptılar ve “Biz Halkların Demokratik Partisi olarak, Kürt halkının özyönetim talebini sahipleniyoruz” dediler.
İdris Baluken ve Çağlar Demirel’e göre “Kürt halkı, soykırım politikalarına karşı topyekûn harekete geçmiş” bulunuyor.
Kişisel olarak, Türkiye’de, Kürtler ile Türklerin birlikte yaşamasından yanayım.
Medeni bir demokrasi kurabiliriz ve bu ülkede birlikte yaşamaya devam edebiliriz.
Bunu sağlamak için demokrasi içinde birçok çözüm bulunabilir, oturup konuşmak ve herkesi tatmin edecek bir çözüm bulabilmek elbette mümkündür.
Eğer AKP hükümeti, “barış sürecini” seçimlerde oy toplamak için bir araç olarak görmek yerine, ülkenin topyekûn demokratikleşmesini sağlamaya yönelseydi, bugün kaybettiğimiz canlar da aramızda yaşamaya devam ediyor olurlardı.
AKP hükümetinin bunu yapmamış olmasının karşılığı ise eli silahlı adamların, ülkenin bazı yörelerini zapt etmeye kalkışması da olmamalıydı.
Eğer Kürt siyasi hareketi birlikte yaşamak konusunda gerçekten samimi olabilseydi, silahla gerçekleştirilmeye çalışılan “özyönetim” saçmalığının yanında değil, karşısında olurdu.
O vakit AKP’nin seçim için strateji değiştirip yeniden güvenlikçi politikalara geçmesinin karşısında daha güçlü durulabilirdi.
KCK’nın ve dolayısıyla HDP’nin “halkın özyönetim talebi” diye sunduğu model, ülkenin bir bölümünde yeni bir otoriter–faşist rejim kurulmaya çalışılmasından ibarettir.
Oralarda “demokratik bir özyönetim” filan olmayacak, eli silahlı bir örgüt, bölgedeki Kürtleri yeni bir esaret altına sokacak. Yapmak istedikleri budur.
Dünyanın hiçbir demokrasisinde, ülkenin bir bölümünün silahlı bir hareket tarafından “ele geçirilmesine” izin verilmez.
Bu açık gerçeğe rağmen, binlerce insanın ölümüne yol açan, köyleri, kasabaları cehenneme çeviren, insanları evinden barkından uzaklaşmaya iten bir kalkışmayı desteklemek, demokratik siyasetten yana bir partinin işi olmamalıdır.
HDP, bu silahlı kalkışmayı durdurmak için çaba göstermelidir, ateşin üzerine benzin dökmek değil.
Hükümet de şunu unutmamalı ki, bu işler “Başlarını ezeceğiz” nutuklarıyla olmaz.
Oralarda evinden barkından olan, hayatlarını kaybedenler bu ülkenin vatandaşları.
Güvenlikçi politikalar bugüne kadar hangi işe yaradı ki bu aşamada da işe yarasın?
İnsan gerçekten hayret ediyor
17 Aralık yolsuzluk operasyonunun ardından Gülen Cemaati’nin lideri Fethullah Gülen ile Pensilvanya’da görüşen ve Gülen’in mektubunu dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ileten Habertürk yazarı Fehmi Koru, sürecin nasıl geliştiğini köşesinde anlattı.
Koru, Gül ve Erdoğan ile görüştükten sonra Pensilvanya’ya gitmiş ve tarafların mesajlarını birbirlerine iletmiş.
17 Aralık’ı “ilk saldırı” diye niteleyen Koru, Gül’ün çok kızgın olduğunu, tape’lere inanmadığını yazıyor.
Merak ettim, Abdullah Gül hadi diyelim ki telefon dinleme kayıtlarına inanmadı.
Acaba Halk Bankası Genel Müdürü’nün evinden çıkan, ayakkabı kutularına doldurulmuş milyonlarca dolara da mı inanmadı?
İçişleri Bakanı’nın oğlunun evinden çıkan kasalara ve içindeki paralara da mı “kurmaca” muamelesi yaptı?
Zafer Çağlayan’ın saatini, çantasında taşıdığı değişik SIM kartlı telefonları, Egemen Bağış’a giden elbise torbaları, ayakkabı kutuları ve çikolata tepsilerindeki dolarlara da mı inanmadı?
“İnsan gerçekten hayret ediyor!”
Ortaya çıkıyor ki rüşvet ve yolsuzluklara göz yumulsun, bir yandan da cemaat işlerine devam etsin isteniyormuş.
Yoksa taa Pensilvanyalara, bir arabulucu neden göndermek gereksin ki?
Demek ki 25 Aralık’taki ikinci operasyon yapılmamış olsaydı, taraflar birbirlerinin “saflığından” yararlanmaya devam ederek, gül gibi geçinip gideceklerdi!
Paylaş