Paylaş
Şarkıda şöyle bir bölüm var:
“Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum / Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar / Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var / Tabii ki ben böyle olduğum için bahar.”
Geçen gün Mustafa ile sohbet ederken bu şarkının sözleri üzerine kendi aramızda biraz dedikodu yaptık, ama size anlatacak değilim.
Baharın gelişi ile aşk arasında bir ilişki kurmak kolayca anlaşılabilecek bir şey.
Tabiat bahar ile birlikte nasıl coşuyorsa, âşık olduğumuzu hissettiğimiz zaman da içimizde aynı böyle bahar dalları açıyor.
Öte yandan binlerce yıl içinde genlerimize kazınmış bir gerçek bu.
Unutmayalım ki zeki olmayan ilk insanların ortaya çıktığı günden bu yana geçen 2.5 milyon yılın çok çok uzun bölümünde, insanlar da tabiatın doğal akışı içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Bahar gelince tabiat canlanıyor, hayvanlar üremeye başlıyordu ve insanlar da bu doğal düzenin bir parçasıydı.
Zeki insanın, tabiatı kendine uydurmaya başlamasının, tabiatı kontrol etme çabasının geçmişi bu milyonlarca yıllık sürenin içinde bir kum tanesi kadar bile büyük değil.
Onun için DNA’mızda hâlâ o eski uzun yılların bıraktığı izler var ve bahar gelince bir hoş olmamızı buna borçluyuz.
Aslına bakarsanız, aşkı yaşarız ama onu öğrendiğimiz kaynak edebiyattan başka bir şey değildir.
Tabii okuma yazma ile başı hoş olmayanlar için filmler de var.
Aşk romanları, aşk şiirleri, aşk filmleri, bize aşkın nasıl olması gerektiğini öğretir aslında.
Daha doğrusu, yaşadığımız duygunun aşk olduğunun bilincine o sayede varırız.
La Rochefoucauld, aşk romanları olmasa aşkın bilinemeyeceğini söylüyor.
Evrenin kendine özgü düzeni, insanı, somut gerçeğin içinde tutsak eder.
Gerçekliğin dışına çıkabilmek ancak insanın zihninde kendi başına yaratabileceği bir durumdur.
İnsan, böylece kendisinden kaçar.
Günlük yaşamın sıradan olaylarını, diğer sıradan olaylardan ayırmak ve onu anıtsallaştırmak da sanatın başladığı noktadır zaten.
Romanlarda yapılmaya çalışılan da budur. “Roman gerçeği” ile “gerçek hayat gerçeği”nin farklılığının nedeni de.
Ve doğrusunu söylemek gerekirse aşk edebiyatı dediğimiz şey de tutkuyla yanıp kavuşamamaları anlatır çoğu kez.
Bu da anlaşılabilir bir durum aslında. Aşkın çelişkisi de diyebiliriz.
Enis Batur, Cogito’nun aşk sayısında şöyle yazmıştı:
“Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır. Onlar ermiş muradına – o noktada biter hikâye. Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yönü bulunmamıştır.”
Aragon’un çok bilinen bir şiiri var:
“İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman / Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini / Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi / Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi / Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an / Mutlu aşk yoktur.”
Genellemeleri sevmem. Bütün genellemelerin yanlış olduğunu düşünürüm, bu genelleme de dahil olmak üzere!
Aragon’un bu genellemesini de sevmiyorum zaten.
Filmlerde izlediğinizi, romanlarda okuduklarınızı unutun.
Bahar geldi. Herkesin içinde küçük tomurcuklar patlıyor.
Mutlu bir aşk yaşamak elinizde.
“Sonunda acı çekmek de var” diyen karamsarlardansanız söyleyeceğim şudur: Tadını çıkar, gerisini sonra düşünürsün!
İSLAM’I KİM TEMSİL EDİYOR?
İSLAM İşbirliği Teşkilatı’nın 13. İslam Zirvesi’ne katılan devlet başkanları ve bakanlar, bu tür her toplantıda olduğu gibi bir “aile fotoğrafı” çektirdiler.
Bu fotoğraf dün bütün gazetelerde yayınlandı.
Havuz gazetesi, 9 sütuna açtığı fotoğrafın üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, zirvede yaptığı konuşmada söylediği bir sözü manşet yapmıştı: “Terör örgütleri asla İslam’ı temsil edemez”.
Bunu söylemek zorunda kalması bile ne kadar acı.
Bir tarata IŞİD’den El Kaide’ye, Boko Haram’dan Taliban’a kadar “gerçek İslam’ı savunduğunu” söyleyen vahşi örgütler.
Diğer yanda Batı medyasının ve Hollywood’un körükleyip büyüttüğü İslamofobi.
Ve bir Müslüman Cumhurbaşkanı, bu terör örgütlerinin İslam ile alakası olmadığını bir kez daha açıklamak zorunda kalıyor.
Tartışması bile yapılamayacak bir konu ve insanlığın gündemini asla işgal etmemesi gereken bir duruma itilmiş durumda İslam âlemi.
Yüz milyonlarca Müslüman, üç tane aşağılık terör örgütüyle ilişkisi olmadığını haykırmak zorunda kalıyor her seferinde.
Öte yandan “aile fotoğrafının” gösterdiği bir acı gerçek daha var.
Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin bu fotoğrafın üzerine manşet yapılmasından şu sonucu mu çıkarmalıyız: İslam’ı temsil edenler bunlardır!
56 üyeli “aile fotoğrafında” bir tek kadın vardı: Surinam Dışişleri Bakanı!
Geri kalanlar ise krallar, emirler, şeyhler, otokratlar.
Türkiye, Bosna-Hersek ve KKTC dışında, demokrasiden söz edilemeyen ülkelerin otokratları!
O Türkiye ki hızla benzer bir tek adam yönetimine doğru kayıyor. Demokratik özgürlükler her geçen gün kısıtlanıyor, söz söylemek yasak hale geliyor, basın ise hepten baskı altında.
İster doğudan bakın, ister batıdan bakın, İslam dünyasının ortaya koyduğu fotoğraf bu.
Ve bu fotoğraf, İslam dünyasının neden geri kaldığının, neden orta çağda donup kaldığının da nedenini ortaya seriyor.
Kadınlar ikinci sınıf vatandaşlar olarak görülüyor, toplumsal üretim sürecinde eşit bireyler olarak yer alamıyorlar.
Evet, terör örgütleri İslam’ı asla temsil edemez.
Ama bu tablo da çağımızın İslam’ını temsil eden bir fotoğraf olmamalıdır.
Paylaş