Paylaş
Bir kamyon gelmiş, çadır dağıtıyor. İnsanlar sıraya girmişler, çadırını alan sürükleyerek alıp gidiyor.
Nereye götürüyor, daha önce çadır almış mı belli değil.
Erciş’teki müteahhidin villasının bahçesinde iki çadır kurduğu gibi, herkes çadırı götürüp evinin bahçesine ya da yakınına kuruyor gibi.
Oysa yapılacak iş çok basitti. Kızılay’ın görevlileri kendilerine yardım edecek yerel görevliler ve askerlerin de yardımıyla geniş bir açıklık alana çadırları belli bir düzende kurmalılardı.
Ortak yemek yenilebilecek büyük çadırların ve sahra mutfaklarının merkezinde yer alacağı bir tür çadırkent! Sıhhi ihtiyaçların karşılandığı ve suyun sağlandığı
medeni bir ortam yaratılmalıydı.
Sonra da ihtiyaç sahiplerinin belli bir düzen içinde bu çadırlara yerleşmeleri sağlanırdı.
Bu iş ilk anda yapılabilseydi depremzedelere gönderilen gıda, giysi ve ilaç gibi yardımların merkezi bir şekilde ve düzen içinde dağıtımı da daha kolay gerçekleşirdi. Herkes ihtiyacını alır, yardım malzemelerinin israfı da önlenirdi.
O vakit Kızılay Genel Müdürü’nün çadırlar yetmiyor diye yakınmasına da gerek kalmazdı, eski bakan Hüseyin Çelik’in Kızılay’ı suçlamasına da!
Bunu yapmak yerine çadırları insanların ellerine vermek ve “Gidin istediğiniz yere kurun” demek bu sorunu yarattı. Oysa bunu geçmiş depremlerde yaşadık ve nasıl yapıldığını da öğrenmiş olmalıydık.
Ama belli ki felaketlerden dersler çıkarmak konusundaki eksikliğimiz, bu geçmiş deneyimlerin bile unutulmasına neden olmuş.
Elbette bölgenin iklim şartlarında insanların uzun süre çadır kentlerde yaşamaları mümkün değil.
İlk barınma ihtiyacı çözüldükten sonra olanakları seferber ederek insanları prefabrik konutlara hızla almak da daha kolay ve disiplin içinde yapılabilirdi.
Hem görsel şölen, hem bir tür mücevher
İSTİKLAL Caddesi’ne ne zaman yolum düşse Denizler Kitabevi’ne uğrarım. Bazen şöyle bir girip çıkarım, bazen de içimden yükselen her şeyi karıştırmak duygusuna yenik düşerim, kitapları seven herkesin yaptığı gibi. Denizler Kitabevi’nin memleketimizin kültür hayatına son katkısı gerçek bir hazine değerinde.
Gravür sanatçısı John Frederick Lewis’in, Sultan İkinci Mahmud (1808 1839) döneminin İstanbul’unu anlattığı görsel bir şölen bu. Lewis, 23 gravürden oluşan bu eserini Kral 4. William ve eşi Kraliçe Adalaide’a ithaf etmiş. Gravürlerden üçü ise Bursa’nın o yıllardaki durumunu anlatıyor.
Dr. Ayşe Yetişkin Kubilay, kitap için yazdığı “ön sözde” bu eserleri “kalem ve fırçayla tarihe düşülen görsel notlar” olarak tanımlıyor. Lewis’in eserlerinin, o tarihte Avrupalılar için sadece hayal edilebilir Doğu’nun yerine, hayal olmayan, yaşanabilen Doğu’yu sunduğunu vurguluyor.
Lewis, sıradan bir gravür sanatçısı değil. Sulu boya ve yağlı boya resimleri ve ayrıntılar konusundaki titizliği ile önemli bir ressam.
Hayatının 10 yılını Kahire’de geçirmiş, orada bir doğulu gibi yaşamış bir insan. Thackeray, Lewis’in “Kahire’de bir Türk beyi gibi yaşadığını” yazmış.
Denizler Kitabevi bu gravürleri bu amaçla kullanılan özel bir kâğıda orijinal boyutlarında basmış ve kadife bir cilt ile de ciltlemiş.
Yabancı konuklarına Türkiye ile ilgili değerli bir armağan vermek isteyenlerin ilgisini çekecek bir eser. Ben bir İtalyan arkadaşıma armağan ettim meselâ.
Elbette kitapseverler ve böyle koleksiyon parçalarına meraklı olanlar için de önerebileceğim bir şey.
Denizler Kitabevi’ni, böyle bir hazineyi kültür yaşamımıza kazandırdığı için kutlamak isterim.
Hapiste yatacak olanlara öğütler
ARKADAŞIM Tuncay Özkan üç yıldır tutuklu olarak cezaevinde. Kendisinden zaman zaman kardeşi aracılığıyla haber alabiliyorum. Ergenekon Davası’nda tutuklu olarak yargılanıyor. Kendisini iyi tanıdığım için aynı davadan yargılandığı bazı kişilerle nasıl olup da aynı örgütte bulunabileceğini bir türlü anlayabilmiş de değilim.
Ama benim anlamıyor olmam sonucu değiştirmiyor. Bir tecrit hücresinde çile dolduruyor, yargılanmasının ne zaman biteceği de meçhul!
Geçen gün Tuncay’ın yeni yayımlanan kitabını aldım. “Hapiste yatacak olana öğütler” diye ilginç bir ismi var.
Allah kimseyi düşürmesin elbette. “Öğütler” diye isim konulmuş ama bu “Okuyup öğreneyim, ileride cezaevine düşersem yararını görürüm” diye alınabilecek bir kitap değil.
Günümüz Türkiye’sinde cezaevine düşen bir aydının, cezaevi yaşamının ayrıntılarını anlattığı bir tür anılar kitabı demek daha doğru olur. Kaldığı hücrenin ve volta attığı havalandırmanın kendi eliyle çizdiği krokilerini de kitabına koymuş ki okuduklarınızla mekân bağlantısını da bu sayede daha rahat kurabiliyorsunuz. Kitabı okurken Tuncay’ın gazeteci kimliğinin hâlâ ayakta durduğunu görmek beni memnun etti. Gördüm ki Tuncay bedeniyle “esir hayatı” yaşasa bile kafasıyla hâlâ özgür.
Havalandırmaya çıktıkları saatte “Milletvekili” Mustafa Balbay ile volta atarken, Mustafa yüksek sesle Nâzım’dan şiirler okurmuş. Kitap o şiirlerden biriyle başlıyor.
“Dünyadan memleketinden insandan / umudun kesik değil diye / ipe çekilmeyip de / atılırsan içeriye / yatarsan on yıl on beş yıl / daha da yatacağından başka / sallansaydım ipin ucunda / bir bayrak gibi keşke / demeyeceksin / yaşamakta ayak direyeceksin” diye başlayıp, “Kararmasın yeter ki / sol memenin altındaki cevahir” diye biten şiir bu.
Kuşkum yok ki Tuncay, günümüz şartlarında bile masumiyetini kanıtlayıp yeniden aramıza katılacak. Bu yaşadıklarını “tatsız bir mola” gibi anacağız diye ümit ediyorum.
Paylaş