Paylaş
Yalnız banyodaki pisliği temizlemek gerçekten zor oldu. Ama fay, omo derken, sonunda o işin de üstesinden geldim. Piliçlerden ikisi fena değil boy bosça, biri bir güvercin kadar. Onu Memo yiyecek. Piliçleri temizlerken güzel bir yöntem de buldum.”
Okuduğunuz bu satırları “bir aşk mektubundan” aldım.
“Aşk mektubundan mı” diye kendinize sorup doğru okuduğunuzdan emin olmak isteyeceğinizi de tahmin ediyorum.
Evet, öyle, bir aşk mektubundan aldım, hem de Türkçenin en yetenekli şairlerinden birinin sevdiği kadına yazdığı bir mektuptan!
Bu satırlar da öyle:
“Biz sadece birleşmiş değil, aynı zamanda kaynaşmış, hal–hamur olmuş, üç olmuş, göz olmuş kimseleriz. Sen ve ben yok. Sen–ben var. Bil bunu. Aslında bilirsin de bunu. N’olur! Ha?..”
Aynı şairin, aynı kadına yazdığı mektuptan bir alıntı daha yapacağım.
Buyurun okuyalım:
“Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senlen ben arasındaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. Ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum ve senin için herşeyim. Beni seviyorsun ve benim için herşeysin. Acaba Mecnun, Leyla’yı elde edip onunla evlenseydi, Ferhat, Şirin’e kavuşsaydı, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bizim birbirimize olduğumuz gibi tutkun olabilir miydi? Yangın olabilir miydi? Sen ne dersin buna?”
Bu okuduğunuz “aşk mektubu parçacıklarını” Cemal Süreya, ikinci eşi Zuhal Tekkanat’a yazmış.
Zuhal Hanım, sonunda felç geçirme ihtimali de olan bir ameliyat için hastaneye yatmış.
Cemal Süreya da her gün onu ziyarete elinde bir mektup ile gitmiş.
Ertesi gün yeniden ziyarete gidene kadar, bulabildiği her yerde oturup bir mektup yazmış. 13 gün boyunca aralıksız!
Şairin ölümünden sonra Erdal Öz, bu mektupları Zuhal Hanım’ın isteğiyle “Onüç Günün Mektupları” ismiyle yayınlamış (Yapı Kredi Yayınları).
Mektupları okurken hissettiğiniz şey Süreya’nın, Zuhal Hanım’a muazzam bir aşk ile bağlı olduğu elbette.
Bu kitabı okumak için elime ilk aldığımda, Cemal Süreya gibi bir şairin, kim bilir neler yazmış olabileceğini düşünerek heyecanlanmıştım.
İtiraf etmeliyim ki yukarıdaki piliç temizlemeyi anlattığı gibi bölümleri okurken önce şaşırdım.
Aşk gibi “yüce” bir duyguyla yazılmış ama son derece sıradan eylemlerin de anlatıldığı mektuplar!
Ama sayfalar ilerledikçe anlıyorsunuz ki bu öyle bir aşk ki, yazarın her hücresine sinmiş.
En sıradan işi yaparken dahi aklında sevdiği kadın var.
Bir an olsun onu düşünmeden zaman geçiremiyor, aklında, fikrinde, dilinde hep o kadın var.
“Sen yokken ben bardağı bile mutfağa götüremiyorum. Tırnaklarımı bile kesemiyorum, bilesin bunu.”
Hemen arkasından şu geliyor: “Bir de şiir yazıyorum bu arada. Ayrı bir şiir. Uzun bir şiir. Hiç yayınlanmayacak. Sende kalacak. Bir şairin, sevdiğine en büyük armağanı, yayınlanmayan, hiç de yayınlanmayacak bir şiir olabilir. Her yıl böyle bir şiir yazacağım sana. Saklarsın.”
Dedim ya aklından hiç çıkmıyor:
“Tekel’in güzel bir votkası çıkmış: Binboğa. Gerçekten çok enfes bir şey, en iyi Rus votkaları ayarında. İçine hiçbir şey koymadan da içilebiliyor. Hani sen derdin ya, ‘içimser’ bir içki. Yalnız fiyatı fazla. Küçük şişe 20 lira. Bir gün karşılıklı içelim, ha?”
Hayat da sürüyor tabii:
“Perihan gömlekleri çorapları yıkamış, ütülemiş. İyi oldu onlara gittiğimiz.”
Ve o mektuplardan sıyrılıp aklımda kalan bir cümle:
“Sevmek ne uzun kelime!”
Bana, aşk mektupları sanki posta hizmetlerinin icat olduğu günden beri vardılar gibi geliyor ama öyle değil.
Aşk mektuplarının, aşk eyleminin bir parçası haline gelmesi 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren olmuş.
Mektupla aşk ilan etmenin modası önce İtalya’da ortaya çıkmış ve daha çok Fransa’da benimsenmiş. Modanın hızla yayılma nedeni de “örnek aşk mektupları” içeren bir tür katalogların yayımlanmaya başlaması.
Bu fikir Fransa Kralı 3. Henri’den çıkmış, İtalyanca öğretmenine talimat vermiş ve aşk mektuplarından oluşan bir derleme yazdırmış.
Bunlar gönül okşayan, bol edebiyat parçalanan mektuplar. Bunları alıyor ve içinden bir tanesini seçip bir kâğıda dökerek âşık olduğunuz kişiye yolluyorsunuz.
Tuhaf bir durum!
Başkalarının sözleriyle aşkınızı ilan ediyorsunuz ve karşınızdaki de bunu yutuyor!
Gençlik yıllarımda böyle mektuplardan ben de yazdım, çoğunu muhatabına iletmeye cesaret edemediğim mektuplardı bunlar.
Bol teşbih, bol devrik cümle, bol bol şiir özentisi kafiyeli nesirler!
Facebook’un, SMS’nin, What’s up’ın bütün hayatımızı ele geçirdiği bir dönemde yaşıyoruz ve sanıyorum eskisi gibi aşk mektupları yazanların nesli de giderek tükeniyor.
O kadar ki duygularımızı bile artık “emoji”nin küçük karakterleriyle ifade ediyoruz. Güldük mü, sevindik mi, kızgın mıyız, şaşırdık mı, hepsi için bir küçük şekilcik var, başparmağınla üzerine dokunduğumuz zaman duygularımızı da ifade edebildiğimizi düşünüyoruz.
Kim bilir, belki de duygularımız derinliğini giderek yitiriyor, bir küçük işaret ile ifade edilebilir hale geliyordur!
Erdal Öz, kitaptaki önsözünde şöyle yazmış:
“Aşk mektupları, bir tür yazılı sevişmedir.”
Cemal Süreya’nın mektuplarını okurken, Erdal Öz’ün ne kadar doğru bir tespit yaptığını düşündüm.
Paylaş