Paylaş
Bülent Arınç’a geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum ve hep birlikte bir düşünelim istiyorum:
“Bu araç bir sivil polise değil de diyelim ki Merkez Komutanlığı’nda görevli bir subay ya da ast subaya ait olsaydı ne olurdu?”
Nasıl büyük bir gürültü çıkacağını kolayca tahmin edebilirsiniz.
Ortada ne ABD’nin Ermeni tasarısı kalırdı, ne yargı reformu!
Başta Arınç olmak üzere AKP sözcülerinin kazanın arkasında neyin yatmakta olduğu ile ilgili kuşkularını gazete manşetlerinde okur, televizyon haberlerinde izlerdik.
Yandaş medyada “kazanın ardındaki gerçekler” konulu bir dizi haber okurduk.
Savcılık geniş çaplı bir soruşturma başlatır, kazaya karışan askerin evinde ve kışladaki çalışma masasında aramalar yapılırdı.
Sürücü bir süre gözaltına alınır, herkes Genelkurmay Başkanı’ndan bir açıklama yapmasını talep ederdi.
Yani daha önce yargıcın otomobilini takip ettikleri kuşkusuyla yakalanan askeri aşçıların başına gelenler aynen tekrarlanırdı.
“Yahu bu sıradan bir trafik kazası da olabilir” demeye cesaret edecek olanlar Ergenekonculukla suçlanırdı.
Şansımız varmış ki sürücü polis çıktı! Hem Arınç’a hem de Türkiye’ye geçmiş olsun, büyük badire atlattık!
Fiyaskonun mimarı istifa etmeyecek mi?
ABD Temsilciler Meclisi komisyonunun “Ermeni soykırımı” tasarısını kabul etmesinin ardından, ABD’ye hangi tür yaptırımlar uygulanabileceği tartışılıyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuşmalarından anladığımız kadarıyla düşünülen önlemler arasında İncirlik üssünün kullanılmasının sınırlanması, Afganistan’dan asker çekilmesi, Ermenistan ile imzalanan protokolün onaylanmaması gibi konular var.
Elbette henüz hiçbir şey net değil ama konuşmaların genel havası böyle.
Ve ortaya bu durumda tuhaf bir “dış politika” çelişkisi çıkıyor!
Hükümet, Ermenistan ile ilgili protokolün imzalanmasını “bölgedeki ülkelerle sıfır sorun” politikası çerçevesinde açıklamıştı.
Yani “dış baskı” söz konusu değildi, buna biz karar vermiştik, çıkarlarımız onu gerektiriyordu!
O zaman protokollerin onaylanmaması ABD’ye verilecek bir ceza nasıl olabiliyor?
Aynı şekilde Afganistan’a asker göndermek de Birleşmiş Milletler kararlarına uymak ve Türkiye’nin aktif dış politikası çerçevesinde açıklanıyordu.
Şimdi Afganistan’dan asker çekeceksek, bu ABD’ye verilecek bir ceza mı olacak?
Demek ki bu kararları zamanında alır, imzaları atarken asıl neden “ABD öyle istiyor” imiş.
Eğer bu kararları “kendi geleceğimiz için” almış olsaydık, şimdi bunları “ABD’ye karşı bir yaptırım” olarak ortaya sürebilir miydik?
Hükümetin dış politikasının Atlantik ötesinden esen rüzgârlara açık olduğu böylece ortaya çıkıyor.
Bu durumda bu politikanın baş mimarının, bu büyük fiyaskodan sonra o koltukta oturmaya devam edebiliyor olmasını anlayabilmek mümkün değil.
Demokratikleşme o kadar da kolay değil!
SİBİRYA gezimin Yekaterinburg durağında yaşadığım bir olay, “toplumsal değişim ve demokratikleşme” denilen şeyin ne kadar zor gerçekleşebilen bir durum olduğunu bir kez daha görmeme vesile oldu.
Değişik milletlerden 10 kadar turisttik. Kent turunu bitirmiş, akşam saatlerinde trene binmek üzere istasyon meydanında yürüyorduk.
Turist olduğumuz kolayca anlaşılabiliyordu. Yerli halk için “hava çok güzel” diye nitelenebilecek bir sıcaklık olan sıfırın altında 17 dereceye dayanabilmek için kayak giysileri giymiştik çünkü.
Grubun tam ortasında yürüyen Rus rehberimiz genç bir kızdı ve elinde küçük bir sarı bayrak vardı. Sarı bayrağın üzerinde de mavi renkte çift başlı kartal arması ve “Trans Sibirya Ekspresi” yazısı okunuyordu.
Aslında öyle bir bayrak taşınmasına da gerek yoktu, çünkü zaten bir avuç insandık ve rehberle sohbet ederek yürüyorduk. Ama rehber, alışkanlıktan olsa gerek elindeki bayrağı sağa sola sallayıp duruyordu.
Birden “tam teçhizatlı” iki polisin üzerimize doğru geldiğini gördük. Grubu yararak elinde bayrak olan rehbere yöneldiler ve Rusça bir şeyler sordular.
Yüz ifadelerinden bir şeylerin ters gitmekte olduğu belliydi. Rehber kız telaş içinde bir şeyler söyledi, sözlerinin içinden sadece “ekspres” ve “turist” sözcüklerini anlayabildik.
Polisler uzaklaşınca merakla sorduk: Ne oldu?
Meğerse polisler bir gösteri yürüyüşü yaptığımızı zannetmişler. Önce “neyi protesto ettiğimizi” sormuşlar, sonra da hemen dağılmamızı istemişler.
Rehber, turist olduğumu anlatınca da yakamızı bırakmışlar.
Belli ki 70 küsur yıl süren komünist dönemin korkuları, telaşları halen geçerliliğini koruyor.
Hesapta Rusya değişiyor ama sıra demokratikleşmeye gelince eski hamam, eski tas!
Paylaş