MELİH Aşık, dün Milliyet’teki köşesinde Sedat Simavi Ödülü alan Hürriyet Muhabiri Çiğdem Toker’den söz ederken, Hürriyet Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök’ü de ödül törenine katıldığı için kutladı. Yazısında şöyle bir bölüm vardı: ‘Gazetemizde geçmişte ödül alan gazete elemanlarını haber dahi yapmayan genel yayın müdürlerini gördüğümüz için...’
Aşık’ın sözünü ettiği eski Milliyet Genel Yayın Müdürü bendim. Gazetelerde kendi görüşlerini açıklayan meslektaşlarımla polemiğe girmeyi sevmem; ama sanıyorum bir açıklama yapmam iyi olacak.
Gazetecilerin ödüllendirilmesine, ödül alan gazetecilerin de bir gurur vesilesi olarak gazetelere haber yapılmasına karşı değilim.
Söz konusu ödüllerin, bir gazetecilik meslek kuruluşu ya da basın yayın fakülteleri gibi mesleğimizle doğrudan ilgili kuruluşlarca verilmesi şartıyla!
Ülkemizde son yıllarda böyle bir moda gelişti: Değişik sivil toplum kuruluşlarından tutun da, Papatya Yapraklarını Kaynatıp İçenler Derneği gibi birçok ilgisiz kuruluşa kadar aklına esen herkes bir ‘gazetecilik ödülü’ veriyor. Genellikle her gazete ya da televizyondan bir kişinin bir bahaneyle ödüllendirildiğine tanık oluyoruz. Amaç, bu vesileyle derneğin ya da kuruluşun adından gazete ve televizyonlarda söz ettirmek.
Bana da böyle belki onlarca ödül verildiği açıklandı; ama gidip hiçbirini almadım.
Bu türden ödüllere ilişkin haberleri de gazeteme koymadım. Radikal’i yönetirken de böyle yapıyordum; sanıyorum Radikal halen bu ádeti sürdürüyor.
Bir gazetecinin mesleki başarısını takdir edebilme ehliyetine sahip kuruluşlar bellidir. Demin de söylediğim gibi gazetecilik meslek kuruluşları ya da ilgili yüksek öğretim kurumları. Bunlar dışında verilen hiçbir ödülü ciddiye almıyorum. Benimle birlikte çalışan arkadaşlarıma da bunu öğütlüyorum.
Çiğdem Toker’in aldığı ödül ise gerçek bir ‘gazetecilik ödülüdür’. Gazetecilik meslek kuruluşunca verilen, gazetecilerden oluşan bir jürinin seçtiği gerçek bir ödül.
Bu vesileyle Çiğdem Toker’i de kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.
Balkan göçmenlerine anıt
OSMANLI İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde 1820 ile 1922 arasında geçen bir yüz yıllık süre içinde Balkanlar’da sürdürülen ‘etnik temizlik’ ve işlenen ‘insanlığa karşı suçların’ mağduru olan akrabalarımızın anıları için bir anıt yapma önerim büyük ilgi gördü.
Değişik göçmen derneklerinin yöneticileri ve göç acısını yaşamış ailelerin çocukları, yakında bu anıt için kolları sıvayacaklar. Okuyucularıma hassasiyetleri ve ilgileri için teşekkür ediyorum.
Öte yandan, Balkan göçmenlerinin anısını yaşatmak üzere bir anıtın da Kırklareli’nde heykeltıraş Tankut Öktem tarafından yapılmakta olduğunu öğrendim.
Öktem, tanınmış bir heykeltıraş. Manisa-İzmir karayolunda, Manisa’nın hemen çıkışında göreceğiniz ve çok beğendiğim Efe heykeli de Öktem’in bir eseri.
Dün Öktem ile konuştum. Bana anıtın beş bölümden oluşacağını, birinci bölümünün tamamlanmak üzere olduğunu anlattı.
Her biri 3 metre yüksekliğinde, beş metre eninde ve iki metre derinliğinde beş tane taş blok gözünüzün önüne getirin. Her bir blok, Balkan göçmenlerinin yaşadığı acıların değişik evrelerinin anlatılacağı heykellere zemin olacak. Birinci blokta Balkan Harbi’nde yenik düşen bir ordunun acıları, ikinci blokta kaybedilen topraklarda çaresiz kalan insanların dramı anlatılacak. Bloklardan birinde kaybedilen topraklarda yaşanan acıların verdiği direnme gücüyle kazanılan Çanakkale Savaşı’nı anlatan heykeller yer alacak. Diğerleri ise göç yollarında çekilen acıları, kaybedilen insanları anlatan heykeller olacak.
Anıt yapma fikri eski Kırklareli Valisi İsmet Metin’den çıkmış. Öktem, bu anıtları yapma fikrinin temelinde geçmişin düşmanlıklarını canlandırma düşüncesinin yatmadığını, geçmişte kalan insanlık suçlarının acılara sürüklediği insanların anılarını canlı tutmak için yapıldığını vurguluyor.
Anıtın bitip kültür varlıklarımız arasına katılmasını heyecanla bekliyorum.
Terörü lanetleyen Ermeni aydın var mı?
LOS Angeles’ta 27 Ocak 1973 tarihinde iki Türk diplomat, Başkonsolos Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir, bir Ermeni terörist tarafından öldürüldü.
Türk diplomatlarına yönelik terör eylemleriyle ilk kez bu olayla karşılaştık. 4 Haziran 1994 tarihinde Atina’da Müsteşar Haluk Sipahioğlu’nun öldürülmesine kadar geçen süre içinde 31 saldırıda toplam 46 kişi yaşamlarını yitirdi. Büyükelçiler, konsoloslar, kátipler, askeri ve idari ataşeler, şoförler ve tek suçları Türk diplomatların eşleri ya da çocukları olmak olan 46 kişi...
Dün bir arkadaşım, Türk diplomatlara yönelik terör saldırılarının bugüne kadar hiçbir Ermeni aydın tarafından kınanmadığını hatırlattı. (Elbette aynı vatanı paylaştığımız Ermenileri kastetmiyorum.)
Teröre karşı çıkmak, terör kurbanlarını saygıyla anmak ve teröristleri eleştirmek günümüzde ‘aydın olmanın’ ayrılmaz bir parçasıdır diye düşünüyorum.
Dünyanın değişik üniversitelerinde, araştırma ve sivil toplum kuruluşlarında çalışan, 1915’teki tehcir sırasında işlenen insanlık suçlarını ‘soykırım olarak’ niteleyen ‘aydınların’, terör kurbanları karşısındaki bu tavırları dikkat çekici değil mi?