Paylaş
Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu yıl ödül alanlardan biri olan Doğan Hızlan’ın davetiyle oradaydım. Normal olarak o rakım bana pek uymuyor! Yeni değil, eskiden de böyleydim.
Töreni izledikten sonra da apar topar kaçtım, düzenlenen kokteyle kalmadım. Bu nedenle o malum soruyu bizzat muhatabına sorma olanağım da olmadı, ama zaten yanıt alabileceğimi de düşünmüyordum.
Şimdi ödüller ve tören ile ilgili izlenimlerimi paylaşayım:
- Bu yıl ödüle layık görülenler dört kişi. Edebiyat eleştirmeni Doğan Hızlan, hat sanatçısı Hasan Çelebi, sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice ve şair Sezai Karakoç. Kimsenin itiraz edemeyeceği isimler, seçenleri de ödül alanları da kutlarım. Demek ki Köşk, bazen “birleştirici” de olabiliyormuş.
- Töreni sunan Kenan Işık, bu göreve seçildiği için Cumhurbaşkanı’na şükran ve minnet duygularını da iletti. Bunu anlayamadım. Kenan Işık değerli bir sanatçı, önemli bir ödül törenini sunuyor ki bu normal bir durum, “minnet ve şükran duymak” neyin nesi?
- Ödülün adındaki “büyük” sıfatına da taktım! Ödülün adının başında zaten “Cumhurbaşkanlığı” yazılı! Ayrıca “büyük” demeye gerek yok, zaten veren makamın kendisi o büyüklüğü ifade ediyor olmalı. Tipik bir doğulu tutumu diye düşündüm. Sıfatların sayısı arttıkça, isim daha da büyümez, unutmayalım.
- Ödüller 1995’ten beri veriliyor. Yani daha önce Ahmet Necdet Sezer de bu ödülü verdi. Ama tanıtım filminde sadece Cumhurbaşkanı Abdullah Gül var. Eski cumhurbaşkanlarını yok saymak iyi bir alışkanlık değil, çünkü gün geliyor o makamdaki herkes “eski” sıfatını da kazanıyor.
- Dört değerli kültür ve sanat adamına verilen ödül bir “plaket”! Herkesin herkese her gün verebileceği türden! Kapalıçarşı’da en iyisini 250-300 liraya alabilirsiniz. Ödül madem “büyük”, madem Cumhurbaşkanlığı tarafından veriliyor, artık bu da “emekli plaketi” gibi olmamalı. Bu ülkenin bir heykeltıraşı, tasarımcısı yok mu, ödüle özel bir anlam kazandıracak? Yoksa bu da mı “adamsendeci” bürokrasinin bir sonucu!
Bu kafayla işkence önlenemez
BU köşede vatandaşa karşı suç işleyen kamu görevlilerinin önce amirleri ve sonra da mahkemeler tarafından açıkça korunduklarını sıkça yazıyorum.
Bir örnek olay daha: 23 Nisan 2009 tarihinde bir çocuğun başına dipçikle defalarca vuran bir polisin yargılanması geçenlerde bitti.
Kafatasında kırık ve çatlaklar oluşan çocuk dört günü yoğun bakımda geçen uzun bir tedavi sürecinin sonucunda sağlığına kavuşmuştu. Ruhsal bir hasar kaldı mı, onu bilemiyorum tabii.
Davayı açan savcı, polis hakkında “kasten adam yaralamaktan” 5 yıla kadar hapis cezası istemişti.
Mahkemenin kararı şöyle oldu: Taksirle (istemeden) yaralama suçundan altı ay hapis cezası! Çocuğun vücudunda kemik kırılmaları meydana geldiği için ceza 9 aya çıkarıldı. Sonra “zor kullanma sınırının kasıt olmadan aşılması” gerekçesiyle ceza 7 ay 15 güne indirildi. Sanığın mahkemeye karşı saygılı tutumu ve pişmanlığı dikkate alınarak iyi hal indiriminden yararlanmasına karar verilip cezası ertelendi!
Demek ki polisin dipçiği tutan eli, çocuğun kafasına defalarca “istemeden” inip kalkmış! Dipçik canlanıp kendi kendisine hareket etmiş olmalı!
Vatandaşların haklarını titizlikle korumak zorunda olan mahkemeler böyle davranırsa, işkence ve kötü muamele nasıl önlenecek?
Paylaş