Paylaş
Türkiye’de Türkçe olarak yayınlanmaya başlayan ve dün piyasaya çıkan Geo dergisinin mart sayısında günümüzde de varlıklarını sürdüren ve kadınların egemen olduğu anaerkil toplumlarla ilgili bir foto–röportaj okurken bu genellemeyi hatırladım ve ister istemez tebessüm ettim.
Canhabaque Adası, Batı Afrika’da, Gine–Bissau’ya bağlı 88 parçalık Bissagos Takımadaları’nın en küçüğü. Portekiz sömürgecilerine karşı uzun süre direnmişler ve kendi toplumsal yapılarını korumayı başarmışlar.
Anaerkil bir toplum bu. Evlilik erkeklere kadınla aynı evde yaşama hakkını bile sağlamaya yetmiyor. Bir kral var ama kadınların oluşturduğu bir meclis tarafından seçiliyor.
Güney Meksika’daki Juchitan köyü bilinen en eski Meksika yerlileri olan Zapotekleri barındırıyor. Bu köyde her şey kadınlar tarafından yönetiliyor. Genç kızları evlilik öncesi ilişkilerden korumak için de erkek biseksüelliğinin son derece yaygın olduğu bir toplum.
Swahili dilinde “umut” anlamına gelen Tumai köyünde ise sadece kadınlar ve çocuklar yaşıyor. Kadınların köy sınırları içinde cinsel ilişkide bulunmaları yasak, köy dışında böyle bir macera yaşadıktan sonra eğer bir erkek çocuk doğarsa, 16 yaşına geldiği gün köyü terk etmesi gerekiyor.
Minangkabau halkı Endonezya’nın Sumatra Adası’nda Bukittingi köyünde yaşıyor. Nüfusları beş milyon kadar ve Müslüman bir toplumun da anaerkil yapıya sahip olabileceğinin tek örneği!
Mülk anadan kıza geçiyor, ana soyu devam ediyor, erkek çocuklar yedi yaşına gelince bir dini merkezde eğitilmek üzere ana evinden ayrılıyorlar ve bir daha da o eve dönemiyorlar. Bu köyde bir erkeğin resmi olarak yetki kazanabileceği tek rol “dayı” olmak!
Genel tabloya bakıldığında pek de öyle “bir rüya ülkesi” çağrışımı yaptırmıyor insana.
Anaerkil ya da ataerkil olsun fark etmiyor, bir toplumsal cinsiyet, diğerine göre baskınsa ikincil görülen cinsiyet eziliyor.
Öyle görünüyor ki en iyisi toplumsal cinsiyet rollerinin eşitlendiği modern bir toplum olabilmekle ilgili.
Yıllar önce bir gazete haberinde okumuştum. Çin’de sadece kadınların konuştuğu bir gizli dilin varlığı tespit edilmişti.
Hunan eyaletinde tesadüfen keşfedilen bu dil, günümüzde sadece çok yaşlı bazı kadınlar tarafından konuşuluyor.
Nu Şu adı verilen bu özel ve gizli lisanın, imparatorluk döneminde ağır bir toplumsal baskı yaşayan kadınların kendi aralarında anlaşabilmek için uydurdukları bir dil olduğu tahmin ediliyor. Amaç kadınların kendi aralarında konuştuklarının erkekler tarafından anlaşılmasını önlemekmiş. Bir tür kuşdili gibi.
Hatta kentli okumuş kadınlar, bu gizli dil için özel bir alfabe bile geliştirmişler ki bugünkü Çin alfabesinden tamamen ayrılan kesik çizgilerle yazılıyor.
Kadınların anlaşılmazlığından yakınmak genel bir erkek davranışı ve sanırım Hunan eyaletinin ihtiyar erkekleri kelimenin tam anlamıyla da kadınların “anlaşılmaz” olduğunu düşünüyordu.
Ama tersini de düşünmek gerek tabii. Kadınlara ne eziyetler çektirdiler ki, kadınlar kendileri için erkeklerin sızamayacağı özel bir alan yaratmak amacıyla gizli lisan bile geliştirebildiler.
Öte yandan erkeklerin kadınları anlamasında ciddi zorluklar olduğu da bir gerçek. Ninelerimiz Çin’deki gibi kendileri için özel bir dil geliştirmediler ama yine de dedelerimiz onları anlamakta zorluk çektiler, biz de hâlâ aynı derdi yaşıyoruz.
Yanlış anlaşılmasın lütfen: Kadınları anlamak zor derken, onların mantıksız, tutarsız davranışlar içinde olduklarını, bu yüzden de erkek aklının bunu kavrayamadığını iddia ediyor değilim.
Hatta tam tersini söyleyebilirim.
Şunu biliyoruz: Kadın zihni, erkek zihnine göre çok daha bütünsel.
Erkek zihni birbiri ardı sıra dizilmiş tren kompartımanlarını andırıyor. Her şey, yaşamda karşılaşılan her olay ve duygu ayrı kompartımanlarda cereyan ediyor.
Biri, diğerini kolayca etkileyemiyor. Geçişkenlik az olduğu için her biri mantıksal olarak kendi içinde bir bütün gibi duruyor.
Oysa kadın zihnini de erkekler için yaptığımız gibi bir “demiryolu aracına” benzetecek olursak yekpare gövdeli bir tren tanımı yapmalıyız.
Her şey bunun içinde olup biter. Buna nüfuz edebilmek, kadının size bunun ne kadarına ulaşma izni vereceğiyle ilgilidir.
Kadın kendisine, kişiliğini ve ruhunun gizlerini saklayacağı bir maske edinir: Modayı izler, basmakalıp şeylerle ilgiliymiş gibi görünür, makyaj yapar, ama bunların hiçbiri kadının iç gerçekliğini etkilemez.
Erkekte benlik duygusu daha derinlere gömülmüştür ama kendisini açmak, iç benliğini sergilemek arzusundadır.
Erkeklerin neredeyse her gördükleri kadına yıvış yıvış bir cesaretle ‘sarkmalarının’ ardında bu yatar. Oysa kadın kendisini sadece bir tek kişiye açmak ister: Gerçekten sevdiği, âşık olduğu erkek!
“Buraya nereden geldin şimdi” diye soracak olanlara kısaca açıklayayım. Geçenlerde bu köşede Dean Martin’in “You’re nobody till somebody loves you” şarkısından söz etmiştim: Birisi seni sevene kadar bir hiçsin!
Bazı okuyucular buna itiraz ettiler, “Nedenmiş o” diye! Birisi şöyle yazıyordu: “Ne yani, bir kadın bana âşık olmadı diye benim kişiliğim yok mu?”
Bu kadar iddialı değilim elbette. Ama “Kurbağa Prens” masalını hatırlatmak isterim.
Hani bir prenses kendisini öpene kadar kurbağa gibi vıraklayıp duran prensin öyküsü var ya!
Her masal, bir gerçekten çıkmıştır ve sonunda o gerçeğe referans olur.
Düşünün bir bakalım: Kendinizi bir prens gibi en son ne zaman hissettiniz?
Maaşınıza zam aldığınızda mı, takımınız galip geldiğinde mi? Yoksa o çok özel kadının dudakları, dudağınıza değdiğinde mi?
Paylaş