ŞU son yıllarda biz Türkleri tanımlayacak en doğru sözlerden birisi sanırım şu olur: Kafası karışık bir milletiz!
Toplumun nabzını tutmak için yapılan değişik araştırmaları okudukça bu konudaki görüşüm daha da netleşiyor.
Elimdeki son araştırma Tempo Dergisi için yapılmış. Araştırmanın konusu "Türkiye’de Milliyetçilik". Tempo’nun bugün piyasaya çıkan sayısında oldukça geniş bir yer ayrılan araştırma Bilgi Üniversitesi ve IRW tarafından Tempo için özel olarak yapılmış.
"Kafa karışıklığını" ortaya koyan bir örnek vereyim size: Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin oranı yüzde 63,1 iken, AB’nin Türkiye’yi bölmek istediğini düşünenlerin oranı yüzde 50,3!
Buradan şöyle bir sonuç mu çıkarmamız gerekiyor: Bazılarımız AB’nin Türkiye’yi böleceğini düşündükleri halde AB üyeliğini desteklemeye devam ediyorlar!
Bir başka örnek: Araştırmacılar "Türk olmak ne demek" diye sorunca yüzde 43,9’luk bir kesim, yani neredeyse yarımız "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak" yanıtını veriyor. Türk kültürüne sahip olmak yüzde 23,9 ile ikinci sırada. Sünni Müslüman olmak diyenler ise yüzde 15,3.
Öte yandan "Türklük ile ne bağdaşmaz" diye sorulduğunda yüzde 52,6’lık bir kesim "dinsizlik" ve "Yahudi ya da Hıristiyan olmak" yanıtını veriyor.
Bir başka örnek: "Şu andaki siyasi liderlerden en milliyetçi bulduğunuz hangisi" diye sorulunca yüzde 40,4’lük bir kesim daha geçen hafta Sudan’da "İslam’da kavmiyetçilik olmaz" diyen Recep Tayyip Erdoğan’ın adını veriyor!
Tempo’nun bu gerçekten çok ilginç araştırmasını okumanızı öneririm.
Fişek fabrikasında alışveriş!
MAKİNE Kimya Endüstrisi’nin Ankara Yenimahalle’deki tesisleri satılığa çıkarılıyormuş.
35 dönümlük arazi üzerinde dört ayrı bina yer alıyor. Bu binalardan bir tanesi hepimizin ilkokul kitaplarında fotoğrafını gördüğümüz "İmalat-ı Harbiye" tesisleri.
Bir masanın başına oturmuş kadınları önlerindeki bir yığın fişeği kutularken gösteren fotoğrafı sizler de hatırlayacaksınız.
Kurtuluş Savaşı sırasında ordunun ihtiyaç duyduğu fişekler, İstanbul’dan kaçıp gelen mühendislerce temeli atılan bu binalarda üretildi.
Ve şimdi o bina, içinde bulunduğu arazi ile birlikte satılacak.
Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, Cumhuriyet’in bu ilk fabrikasını koruma altına almış ama bu kararların nasıl kolayca değiştirilebileceğini Kemal Unakıtan’ın, Çamlıca macerasından biliyoruz.
Eminim ki bu bina satılınca bir yolu bulunup yerine bir alışveriş merkezi kondurulacak.
Sorun paraysa, Ankara’da Hazine’ye ait, paraya dönüştürülecek çok daha değerli mülkler bulunabilir.
MKE’nin bu binalarını bir Kurtuluş Savaşı Müzesi’ne dönüştürmeyi öneriyorum.
Eski ve değerli hatıraları olan eşyaları camekánlar içinde sergilemekle yetinen pasif bir müzecilik anlayışından söz etmiyorum.
Sözünü ettiğim izleyici ile iletişim kurabilen, modern Türkiye’nin doğuşunu sağlayan olaylar dizisini izleyiciye yaşatabilen bir tür "eğlence parkı". İçinde gezerken Kurtuluş Savaşı’nı yaşayacağımız bir "Disneyland"!
Boş gördükleri her yeri satıp paraya çevirmek isteyenlere bunun uzun vadeli olarak daha çok para kazanabilecek bir proje olacağını hatırlatayım.
Türban takmak istemeyen kadınları kim korur
VİYANA’dan kaçıp İstanbul’a gelen üç genç kadın ile ilgili haberleri Hürriyet’te izlemiş olmalısınız.
Aile içi şiddetten bıkan kadınlar, internette chat yaparken tanıştıkları bir kişiye güvenerek İstanbul’a geldiler.
Kadınların Viyana’da çekilen fotoğrafları ile İstanbul’da çekilen fotoğrafları arasındaki fark, türbanın bütün kadınlar tarafından "gönül rızasıyla" kullanılmadığını ortaya koyan ilginç bir örnekti.
Buldukları ilk fırsatta başlarındaki örtüyü çıkartmış olmalarını başka türlü açıklamakta zorlanıyorum.
Demokratik bir ülkede asıl türban sorununun bu olduğunu düşünürüm hep: Türban takmak istemeyenleri, takılması için baskı yapanlardan nasıl koruyacağız?
Çünkü demokratik bir ülkede esasen kimse kimsenin ne giyeceğine, nasıl giyineceğine karışmamalıdır.
Kamu yönetiminde görev alacaklar ve üniversiteler ile ilgili sınırlamalar dışında ülkemizde de böyle bir serbestlik var. Ve doğru olanın da bu serbestlik olduğuna kuşku yok.
Ancak yine biliyoruz ki çevre baskısı kılığına girmiş, esasen evdeki erkeklerden kaynaklanan bir zorlama var ve bu duruma karşı kadınlarımızın çok büyük bölümü tamamen korumasızlar.
Nedense kadın hakları savunucularının ilgi alanlarına girmiyor bu tür durumlar.
Viyana’dan kaçıp İstanbul’a gelen kadınların dramı belki bu konuda toplumsal bir bilinç uyanışı için vesile olur.