Paylaş
Küratörlüğünü Fahri Aral’ın yaptığı bu sergide fotoğraflar ve videolar ile göçün 50. yılı anılıyor.
“İşçi bekliyorduk, insanlar geldi” ana teması üzerine şekillenmiş bir sergi bu.
Yeni Delhi’deki kongrenin ardından Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki işlerimi takip için Almanya’ya geldim.
Almanya’ya iş için çok sık gidip geliyorum. Uçağımız Almanya’ya inip de kapılarını açınca görmeyi artık yadırgamadığım bir manzara ile karşılaşırım her seferinde: Uçağın kapısında bekleyen iki polis! Yakın geçmişe kadar polislere bir de polis köpeği eşlik ederdi, artık köpeği kaldırdılar hiç olmazsa.
Polisler uçaktan inenlerin pasaportlarına yalapşap göz atıyorlar. Yolcuların daha çok kılık kıyafetleri ile ilgili gibiler. Her seferinde değilse bile iki üç seferden birinde bazı insanların çoluk çocuk, uçak körüğe yanaşmadıysa yağmur, ayaz dinlemeden uçağın altında tutulduklarına tanık olurum, böyle bir durumda elinden bir şey gelmeyen bir insan ne hissederse onu hissederek!
Yeni Delhi’den gelen uçaktan inerken böyle bir manzara ile karşılaşmadım. Uçaktan inip, doğruca pasaport kontrolüne gittik.
Öyle anlaşılıyor ki sadece Türkiye’den gelen uçaklara özgü bir uygulama uçağın kapısında kontrol!
Yabancı göçünden korkuluyorsa her uçağa yapılması gereken bir uygulama olmalı bu. Peki, ama o insanlar nasıl olsa pasaport kontrolüne girmeyecekler mi? Vizeleri uygun değilse ya da pasaport polisi kendine ait gerekçelerle istediği takdirde onları çevirmeyecek mi?
50 yıldır Türkler, Almanya’ya çok şey kattılar. Önce işgüçleriyle, sonra girişimcilikleri ve yaratıcılıklarıyla!
Evet, Almanya’da buldukları işler sayesinde kendi geçimlerini de temin ettiler ama bugünkü Almanya’nın şekillenmesindeki rolleri küçümsenebilir mi?
O insanlar ya da onların çocukları böyle bir muameleyi neden hak ediyor? Bu açıkça sadece Türklere yönelik ırkçı bir uygulama değilse nedir?
Almanya’da da kuşkusuz dünyanın başka yerlerindeki insan hakları ihlallerine üzülen, ırkçı uygulamalara karşı sesini yükselten çok insan var. Uçak kapılarındaki bu uygulama onları hiç rahatsız etmiyor mu?
Amir, memurundan sorumludur
DENİZ Feneri soruşturmasında zanlıların ev ve işyerlerinde arama yapılacağı haberini veren “köstebek” meselesi yine gündeme geldi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, zamanın İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı sorumlu tutuyor. Atalay iddiaları reddediyor, ofisinden öyle bir arama yapıldıysa bundan sorumlu olmadığını, özel kalemdekilerin de öyle bir aramayı hatırlamadıklarını belirtiyor.
Genel kabul gören durum söz konusu aramanın Bakan’ın ya koruma müdürü ya da özel kalem müdürü tarafından yapıldığı.
Telefon görüşmelerinin zaman kayıtları da aramaların birbirini takip ettiğini gösteriyor ve polis baskınının ilgililere duyurulduğunu iddia etmeyi mümkün kılıyor.
Kişisel fikrim bir bakanın böyle bir aramayı kendisinin zaten yapmayacağıdır. Bakan’ın iki müdürüne de böyle bir talimat verme olasılığı düşük.
Türkiye’de yaşayan herkes gibi Bakan da bilir ki böyle şeyler gizli kalmaz, önünde sonunda birileri bir yerlerde konuşur!
Öte yandan bu durum Bakan Beşir Atalay’ın olaydaki sorumluluğunu da ortadan kaldırmıyor.
Polis baskınını ilgililere haber verebilecek özelliklere sahip birisini kendisine yakın müdür olarak atamış olmasından kaynaklanıyor sorumluluğu.
Bakan olarak göreve atadığı insanları doğru seçmek ile yükümlü. Yanlış birisini seçtiyse, bu seçimin bir siyasi sorumluluğu olmalı, medeni ülkelerde böyle oluyor!
Şimdi iki müdürle ilgili soruşturma başlatılacaktır mutlaka. Gerçeğin tümünü değilse bile bir bölümünü bu yolla öğrenebiliriz. Bekleyip görelim.
Agatha Christie’nin Kandil versiyonu
İRAN ’ın, PKK’nın Kandil Dağı’ndaki şefi Murat Karayılan’ı yakaladıktan sonra serbest bıraktığı iddiası tam dişimize göre bir tartışma.
“Kuyuya atılan” bir taş var ve çıkar çıkarabilirsen!
İran ile ilgili konularda aşırı hassasiyetleri ile bildiğimiz bazı gazetelerin bu kez o hassasiyeti bir kenara bırakarak “İran, PKK şefini yakalayıp, serbest bıraktı” iddiasına sarılmaları ilgimi çekiyor.
Büyük olasılıkla “füze kalkanı” tartışmaları ile birlikte İran ile ilişkilerin bozulmasında dikkatleri bu yöne çekme isteği hâkim geliyor.
İran gibi gelenekleri olan bir devletin, hangi rejim altında olursa olsun böyle bir iş yapmayacağını düşünürüm.
Bırakın İran’ı, hangi devlet eline geçirdiği ve kendi politikası için rahatça kullanabileceği bir balığı yakaladıktan sonra tekrar denize salıverir? Hele balık bu kadar büyükse!
Bu ay yayımlanan Tempo’da da Karayılan’ın “esrarengiz gaybubeti” ile ilgili bir haber var.
Cemal Subaşı ve Eyüp Erdoğan’ın haberinde, “PKK’ya yakın güvenilir bir kaynak” Karayılan’ın üç hafta süreyle ortada pek görülmemiş olmasını “PKK’nın şahinlerince enterne edilmiş olmasına” bağlıyor.
İddiaya göre Karayılan, bu tecrit süresince “savaşın devamına ikna edilmiş”!
Öyle görünüyor ki Karayılan’ın üç haftalık gaybubeti, Agatha Christie’nin 11 kayıp günü gibi yıllarca konuşulacak bir mesele olacak.
Kandil’i “Biri bizi gözetliyor evi gibi izleyen” yetkililerin bu konuda bir fikri yok mu acaba?
Paylaş