Paylaş
‘SAAT KAÇ ZAFER BEY’İN TELEFON KOLEKSİYONU
17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu sırasında kaydedilen telefon konuşmaları, Zafer Çağlayan’ın sadece saatlere değil, telefonlara da meraklı olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Çağlayan’ın özel kalemi ile Reza Zarrab arasındaki telefon kayıtlarında sık sık şöyle konuşmalara rastlanıyordu: “Bakanıma 18 açık der misin?” “Bakan Bey 11’e geçmenizi söyledi ama nedir bilemiyorum.”
17 Aralık’ta ortaya çıkan rezillikler o kadar büyüktü ki, bu ilginç olayın üzerinde durmaya o vakit fırsat bulamamıştım.
“Bakan Bey saat kaç” olayından sonra hatırladım, sizlerle de paylaşayım.
Bu iş şöyle oluyor:
Önce değişik isimler üzerine kontörlü SİM kartları satın alıyorsunuz. Eski Bakan Çağlayan’ın böyle 25 değişik SİM kartı olduğunu telefon kayıtlarından öğrenmiştik.
Tabii iş SİM kart almakla bitmiyor. Yine değişik isimlere fatura edilmiş bir o kadar da telefon almalısınız.
Sonra kendinize bir fihrist yapıyor ve aldığınız SİM kartlara 1’den mesela 25’e kadar numara veriyorsunuz. Bu “şifre kodlarını” konuşacağınız insanlara da veriyorsunuz ki siz onlara “8 açık” dediğinizde, sizi sekizinci sırada kayıtlı numaradan arayabilsinler.
Telefonları şarj ediyorsunuz, ama hiçbirine kart takmıyorsunuz, pillerini de çıkarıyorsunuz ki IMEI numarasından takip edilemesin.
Sonrası basit.
Konuşmak istediğinizde çekmecenizden bir SİM kartı alıyorsunuz, elinizdeki telefonlardan birine takıyorsunuz, karşıya haber veriyorsunuz: “11 açık”! O sizi 11. sırada kayıtlı numaradan arıyor, dinlenme kuşkusu olmadan rahatça konuşuyorsunuz.
Ama adamlarınız bu kodları, dinlemeye açık telefonlardan iletiyorlarsa da yakayı ele veriyorsunuz.
Şimdi eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın sözleriyle Çağlayan’a soralım:
Dinlenmesinden korkacağı konuşmalar yapmak durumunda olmayan birisi, neden böyle bir iş yapmaya gerek duyar?
TBMM’de kurulan komisyonun görevinin rüşvet ve yolsuzlukların üzerini örtmek olduğu artık iyice ortaya çıktı.
Kurulması aylar alan komisyonun AKP’li Başkanı, bakanlar ile ilgili fezleke dosyalarını TBMM Başkanı’na, o da savcılara geri gönderdi.
Meğerse klasörlerin üzerinde “dizin” yokmuş, hangi belge hangi dosyada bulması zor olurmuş filan falan...
Fezlekeler, savcılıktan TBMM’ye doğru yola çıkarken ne kadar hafifleyecek, içinden hangi belgeler ayıklanıp, çöpe atılacak, şimdilik bilemiyoruz ama öğreniriz nasıl olsa.
Bir esprili protestoya bile tahammül edemeyen “Saat kaç Zafer Bey”in olayını da bu vesileyle tekrar hatırlatmak istiyorum.
Zafer Bey’in kod adı, toplam 52 milyon dolar rüşvete tekabül eden bir listede tam 28 kez geçiyor.
Kendisi Reza Zarrab’dan da 300 bin İsviçre Frankı değerinde bir saat de almış.
İşadamının özel uçağına ailecek doluşup, umreye gitmiş, bunun için de bir para ödememiş.
SURİYELİ GÖÇMENLERİ GÖRMEZDEN GELMEYİN
GÖKSEL Göksu, başarılı bir gazetecilik yaptı ve Türkiye’ye kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin dramını bir dizi halinde CNN Türk ekranlarına taşıdı.
İzlemediyseniz internette CNN Türk sitesinde bu diziyi bulabilirsiniz.
Böyle konular “istatistiğin” kuru rakamları olarak önümüze geldiğinde genellikle bizlere bir şey ifade etmez.
Şu kadar göçmen kamplarda yaşıyor, bu kadar göçmen şu şehirlere dağıldı, bulabildikleri yerlerde kalıyorlar vs.
Rakamları okuruz, “Vay canına” der geçeriz.
Her rakamın ardında bir “insan” olduğunu, onun bir hikâyesi olduğunu, bir dramı bütün hücreleriyle yaşadığını göremeyiz.
Göksu’nun dizisini önemsemiş ve sizlere de önermiş olmamın nedeni, dramın gerçek yüzünü gösterebiliyor olması.
Trafikten kaçmak için bazen işe metro ile geliyorum.
Geçen gün böyle bir aile vardı, Mecidiyeköy’deki metro istasyonunda. Üç çocuk, bir anne, bir bebek, bir babadan oluşan bir aile.
Çocukların istasyondaki büfeden yayılan iç bayıcı simit kokusundan etkilendikleri bakışlarından belliydi, onlara birer simit aldım. Nasıl bir açlıkla simidi yediklerini gördüğümde içimden yükselen tek duygu ağlamak isteğiydi.
Beni izleyen birkaç kişi de adamcağıza üç–beş kuruş para verdiler. Adam utanarak, insanlarla göz göze gelmemeye çalışarak paraları aldı.
Giyim kuşamlarından, görüntülerinden su yüzü görmedikleri de belliydi.
Göksel’in dizisini izlediğim için ne tür yerlerde yaşadıklarını tahmin edebildim.
Şimdi yaz, idare edebiliyorlar ama üç ay sonra nerede, nasıl hayatta kalabilecekler meçhul!
Bakıyorum memleketimizin zengin Müslümanları, lüks davetlerle iftar yemekleri verme yarışı içindeler.
Başta Başbakan olmak üzere devletliler bu davetlere katılıyor, yiyor, içiyor, nutuk atıyorlar. Ama Suriyeli göçmenlerin hallerine el uzatan kimse yok.
Binlerce kilometre ötede deprem olduğunda “Müslüman kardeşlerimize yardım” diye ortalığa dökülen örgütlerin de hiçbiri ortada yok.
Türkiye, ölümden kaçan bu insanlara elbette “Sizi istemiyoruz” diyemezdi. Normal ve insani olan tutum o göçmenlere kapıları açmaktı. Anormal olanı ise onları böyle ortalıkta bırakmaktı.
“Saldım çayıra, Mevlam kayıra” diye özetlenebilecek bir göçmen politikası, bu hükümetin utancı olmalıdır.
Sadece bu hükümetin değil, bu hükümetin bir işaretiyle milyar dolarlar kazananların da utancı olmalıdır.
Bu ailelerin düzgün bir hayat kurmaya ihtiyaçları var. Çocukların okula gitmeleri gerekiyor.
Bunun önlemi şimdiden alınmaz ise o çocukların hepsi yakın gelecekte suç dünyasının insan kaynağını oluşturacak!
Henüz vakit varken gözümüzü açalım, doğru dürüst bir göçmen politikasını uygulayalım.
Paylaş