HATIRLAYACAKSINIZ, bir süre önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üniversitelerimizi eleştirirken AB fonlarından yeterince yararlanmadıklarını da özel olarak vurgulamıştı.
Dün Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Matbaa Eğitimi Bölümü öğretim görevlisi Dr. Gülnaz Gültekin’den bir e-posta aldım.
Dr. Gültekin’in anlattığı oldukça uzun öyküyü sizlere de kısaca özetlemeye çalışacağım.
Söz konusu öykü, AB Gençlik Programları Eylem 3 proje deneyimleriyle ilgili.
Avrupa Birliği’nin mesleki eğitime destek amacıyla oluşturduğu Leonardo da Vinci programından yararlanarak projeler geliştiren öğrencilerin yaşadıkları bu deneyim, aynı zamanda bizim vergi sistemimiz ve maliye düzenimiz açısından da ibret verici dersler içeriyor.
Dr. Gültekin’in öğrencileri, AB programından yararlanmak için 14 ayrı proje geliştirmişler.
Projelerin yedisinin AB tarafından kabul edildiğine ilişkin haber Ocak 2005’te okula ulaşmış.
Uygulamaya geçileceği sırada Maliye Bakanlığı, öğrencilerden binde beş tutarında damga vergisi talep etmiş. Dr. Gültekin’in bildirdiğine göre AB üyesi öteki ülkelerde bu tür projeler için verilen hibelerden "vergi alınmıyor"muş. Öğrenciler proje başına 200 YTL tutarında damga vergisini ödeyebilmek için ailelerinden, yakınlarından para aramak zorunda kalmışlar.
Projelerin uygulanmasında büyük bir başarı sağlanmış. Detaylarını buraya aktarma olanağım yok.
Projelerin sonuç raporlarının AB’ye tesliminin ardından öğrencilerin hak ettikleri hibenin kalan dörtte birlik kısmının ödenmesi gerekiyor. Proje başına 10 bin Euro tutarındaki hibenin dörtte biri 2500 Euro yapıyor ki kısıtlı olanaklara sahip olan öğrenciler için bu büyük bir para.
45 gün içinde ödenmesi gereken hibeler aradan altı ay geçmiş olmasına rağmen hálá ödenmiş değil. Maliye Bakanlığı’nın, paranın ödenmesi amacıyla gerekli süreçler için yayınlaması gereken tebliğ de hálá yayınlanmış değil.
Başbakan, Maliye Bakanı’na bir talimat vererek bu işi çözerse, projelerini gerçekleştirmek için üçüncü şahıslara borçlanan gençlerin paralarını almalarını sağlayabilir.
Benden aktarması.
Türkiye’nin ’marka’ yazarları
MEDİACAT Dergisi’nin son sayısında ilginç bir araştırma okudum. Dergi, araştırma şirketi HTP Exclusive’e "Türkiye’nin marka yazarlarını" tespit ettirmiş. 675 kişilik bir örneklemle yapılan araştırmadan çıkan sonuca göre Türkiye’nin en popüler yazarları şöyle:
Orhan Pamuk (Yüzde 20), Yaşar Kemal (Yüzde 12), Ahmet Altan (Yüzde 5), Ayşe Kulin (Yüzde 3), İpek Ongun (Yüzde 3), Turgut Özakman, Çetin Altan, Adalet Ağaoğlu, Emin Çölaşan, İclal Aydın, Tuna Kiremitçi, Can Dündar, İlhan Selçuk, Ataol Behramoğlu, Haydar Dümen (Yüzde 1’er), Diğer (Yüzde 6).
Listenin zirvesindeki iki isimden Orhan Pamuk, en çok İstanbul’da yaşayan yüksek sosyo-ekonomik statü sahibi 36-45 yaş kişiler arasında tanınırken, Yaşar Kemal daha çok Ankara ve İstanbul’da yaşayan yüksek sosyo-ekonomik statüde ama 46 yaş üzerindeki kişiler arasında tanınıyor.
Benim için araştırmanın en çarpıcı ve aynı zamanda "acı sonucu" ise şu: 15-25 yaş arasındaki gençler arasında bir Türk yazarını hatırlama oranı sadece yüzde 3!
Eğitim sistemimizin hangi seviyede olduğunu gösteren çarpıcı bir rakam diye düşünüyorum.
Fatih’in kemiklerini sızlattılar
İSTANBUL’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar, Hazreti İsa’nın Ürdün Nehri’nde vaftiz edilişinin yıldönümünü değişik ayinlerle kutladılar. Gelenek olduğu üzere Haliç ve Yeşilköy’de suya atılan haç, denize dalan Hıristiyan gençler tarafından çıkarıldı.
Denize haç atma törenini "Türk egemenliğine tehdit" olarak gören bazı "milliyetçi"ler de protesto gösterisi yaptılar. Fatih Sultan Mehmed kılığına girmiş bir atlı ile yeniçeri kılığına girmiş "piyadelerin" protestosunu "komik" ve "cahilce" bulduğumu söylemeliyim.
İstanbul’da Ortodoks Hıristiyanların kendi inançlarında serbest olmalarını sağlayan kişi, bu kenti fetheden Fatih Sultan Mehmed’den başkası değildi çünkü. Ortodoksların bir patrik seçip, kendilerini dini açıdan yönetmelerini emreden de yine Fatih’ti.