DÜN sabah kapıya bırakılan gazeteleri aldığımda gözüm Hürriyet’in sürmanşetindeki bir fotoğrafa takıldı.
Bu yazıyı yazdığım saate kadar da dünkü gazetelerden aklımda kalan tek şey o fotoğraftı.
Gazetenin tepesinde 1 yaşında bir bebek gözlerini dikmiş bana bakıyordu.
Bu çocuk Van’ın Çatak ilçesinde şehit düşen polis memuru Selami Duğrul’un oğluydu.
Derin bir acıyla sarsılmış annesinin kucağında, pembe tombul yanakları, iri açılmış mavi gözleriyle bir kartpostal bebeği beni sorguluyordu sanki.
O yaştaki bir bebeğin neler olup bittiğini anlamasına elbette olanak yoktu.
Bilmiyorum ama belki de bebekler, annelerinin neler yaşadığını hissedebiliyorlardır.
Furkan şimdi 1 yaşında.
Neler olup bittiğini şimdi anlayamasa bile büyüdükçe, her yaşam dönemecinde bu günün ne demek olduğunu anlayacak.
Yürümeye başladığını, konuştuğunu babası hiç görmeyecek Furkan’ın.
Sünnet olduğunda da yanında olamayacak.
Okuma-yazma bayramında, okullarını bitirirken, bayramlarda, mezun olup bir işe girdiğinde, güzel bir kızla evlendiğinde, çocuklarını kucağına ilk aldığında da babası yanında olamayacak.
Yaşamındaki her önemli dönemeçte tanımlayamadığı bir yumru gelip Furkan’ın boğazına oturacak.
Sararmış bir eski resme bakacak zaman zaman, "Neden yanımda değilsin" diye soracak artık büyümüş gözleriyle.
O yıllar geldiğinde şehit cenazelerini sorgulayan vatandaşlarına "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" diyen Başbakan da siyasi ömrünü çoktan tamamlamış olacak.
O Furkan’ı tanımayacak, Furkan onu hiç tanımayacak!
Flaubert’den Erdoğan’a bir tavsiye
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" diye konuşması, dün gazetelerin internet sitelerinde en çok okuyucu yorumu alan haber oldu.
Başbakan bu yorumları okudu mu, kendisine bunların bir özeti sunuldu mu bilmiyorum.
Dün okuyucuların bu sözle ilgili düşüncelerini okurken Gustave Flaubert’in bir sözünü hatırladım.
Rahmetli Adnan Benk bir yazısının girişinde kullanmıştı bu sözü. Ben de oradan not etmiştim.
Şöyle diyordu Gustave Flaubert: "Olgunlaşmamış bir cümleyi alelacele söylemektense, it gibi gebereyim daha iyi."
Dün Başbakan’ın böyle bir sözü "pat diye söyleyivermesinin" nedenlerini düşündüm.
Büyük olasılıkla kendi yakın çevresinde Lübnan’a asker yollamanın olası sonuçları tartışılırken ortaya atılmış bir düşünceydi bu.
Yeterince olgunlaşmamış, üzerinde uzun boylu durulmamış bir düşünce.
Başbakan’ın en önemli sorunu sanırım kendi sesine áşık olması.
Konuştukça, dinleyenlerden daha çok heyecanlanıyor ve sanki kendi sesinin esiri oluyor.
O yüzden yeterince olgunlaşmamış cümleler ağzından kolayca çıkabiliyor.
Ben Başbakan’ın yerinde olsam bu işten anlayan birilerini bulur, bu kötü huyuma bir çare bulmaya çalışırdım.
Öyle bir şenlik ki görüntü ’evlere şenlik’!
HER sene Ramazan’da Sultanahmet Meydanı’nda "Ramazan Şenlikleri" adıyla bir ay süren etkinlik yapılıyor.
"Etkinlik" dediysem, gözünüzde değişik kültürel ve sanatsal faaliyetler canlanmasın.
Elimde geçen seneki "şenliklerde" çekilmiş bir dizi fotoğraf var.
İstanbul’u bir "kültür başkenti" yapan tarihi eserlerin ve camilerin önüne yığılmış su şişeleri, çöp toplamak için yapılmış siyah plastik bidonların içine hazırlanmış salatalar, bir kova suya daldırılıp çıkarılarak yıkanan sebzeler, bulaşıklar.
Derme çatma çadırlar, eğreti kulübeler, dev boyutlardaki plastik reklam balonları bu manzarayı tamamlıyor.
Ve insanın midesini bulandıran bu tablonun içinde III. Ahmet Çeşmesi, mimari harikası Sultan Ahmet Camii, Dikilitaş hayal meyal seçiliyor!
İnsan, bu kadar sakilliğin nasıl olup da İstanbul’un orta yerinde bir araya gelebileceğine hayret ediyor.
TÜRSAB Başkanı’nın dün gönderdiği bir mektup bu "etkinliğin" bu yıl da planlanmakta olduğunu anlatarak, isyan ediyor!
Belediyecilerin bizim söylediklerimizi dinleyemeyeceklerine hiç kuşkum yok.
Ama eminim ki "İslamcı" yazarlara kulak verirler.
Onlardan rica ediyorum, birisi bu sakilliğin Müslümanlık’la bir ilgisi olamayacağını mimar olmakla her fırsatta övünen Kadir Topbaş’a anlatsın.