FRANSA’daki olayların ardından yaşanan bir gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Varoşlardaki isyanın bastırılması için hükümet 50 yıl önce, 1955 yılında çıkarılmış bir yasadan yararlanmaya karar verdi.
Buna göre kentlerdeki valiler sokağa çıkma yasağı koyabilecekler. Araçların ve insanların hareketlerine sınırlamalar getirebilecekler. Polis, silah bulunduğuna inandığı yerlere önceden gerekli olan izinleri almaksızın baskın yapabilecek.
Cumhurbaşkanı Chirac, sözcüsü aracılığıyla yaptığı açıklamada, ‘Sükûnetin geri dönmesini hızlandırmak için bu kararlar gerekliydi’ diyor. Yerel yöneticilerin koyduğu sokağa çıkma yasağı herhangi bir onaya gerek olmaksızın 12 gün süreyle uygulanabilecek. Bu süre, parlamento tarafından gerekli görülürse daha da uzatılabilecek. Söz konusu yasa Cezayir Savaşı sırasında ve deniz aşırı Fransız topraklarında uygulanması amacıyla çıkarılmış.
Şimdi bu yasaya dayanılarak Fransa’nın ‘içinde’ de, ‘özgürlükleri idari kararla kısıtlayıcı’ tedbirler alınabiliyor.
Hatırlayacaksınız, Londra’daki bombalama olaylarından sonra da İngilizler ‘terörle mücadele amacıyla’ kişisel özgürlüklerin kısıtlandığı bir yasa için harekete geçtiler.
Türkiye’yi on yıllar boyunca derinden sarsan ve binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayatını kaybetmesine, sakat kalmasına neden olan PKK terörü sırasında, alınan benzeri önlemlerin özellikle Fransızlar tarafından nasıl eleştirildiğini de hatırlayacaksınız eminim.
Ateşin düştüğü yeri yaktığının çarpıcı bir örneği diye düşünüyorum.
Şurası çok açık: Terör konuşmaya başladığında, insan hakları ve kişisel özgürlükler susuyor.
İnsanların en temel hakkı olan ‘yaşam hakkı’ öteki ‘kişisel hakların’ önüne geçiyor.
Bakalım, dünyanın uzak bölgelerinde insan haklarını korumak gerekçesiyle teröre kol kanat geren, teröristleri ‘özgürlük savaşçısı’ gibi gören Fransız aydınları, kendi ülkelerindeki bu uygulama için neler diyecekler?
Sokaklardaki başıboş çocuk ordularını unutmayın!
FRANSA’daki ‘varoş isyanı’, 1968’deki gibi ‘yayılma istidadı’ gösterebilir mi? Dünyanın başka ülkelerinde de Fransa’dan ilham alan ‘gömleksizler’ benzeri ayaklanmalara yol açabilirler mi?
Bugünlerde üzerinde durup, konuşmamız gereken bir konu bu.
Olaylar hiç kuşkusuz 1968’le bir benzerlik taşımıyor. İdeolojik bir temeli olmayan, örgütsüz bir ayaklanma söz konusu bu kez. Ve bu nedenle bir domino taşının devrilmesine benzer bir etki de yaratmayacak.
Ama bu, gözümüzün önündeki çıplak gerçeği görmemize de engel olmamalı.
Özellikle de bizim ülkemizde.
Gelecekten umudunu kesmiş, toplum dışına itildiğini hisseden, eğitimsiz ve işsiz güçsüz insanların, küçük bir kıvılcımla nelere yol açabileceğini görmüş olmalıyız.
Sorun sadece İstanbul gibi dev metropollerimizle sınırlı da değil.
Güneydoğu’nun büyük kentlerine, mesela Diyarbakır’a yapacağınız bir günlük bir gezi bile sokaklarda başıboş dolaşan ‘dev çocuk ordularını’ fark etmenizi sağlayacaktır. Eğitimsiz, gelecekten hiçbir beklentisi olmayan, toplumun tamamen dışına itilmiş bu çocuklar bize şimdiden bir uyarı yolluyorlar aslında. Şimdi, o çocukları otomobilimiz kırmızı ışıkta durduğunda üç kuruş bahşiş verilecek dilenciler olarak görüyoruz belki.
O bahşişleri alınca hayatımızdan çıkıp gideceklerini, bir daha onların gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalmayacağımızı düşünmek çok büyük bir yanılsama olur.
Fransa olayları, bunun ipucunu şimdiden veriyor. O çocukları sokaktan kurtarmak, eğitmek ve bir iş sahibi yapmak zorundayız.
Mahkemeyi kaybetti ama haklıydı!
MESLEK yaşamımın çok büyük bölümünü dergi ve gazete yöneticisi olarak geçirdim. 30’a yakın dergi, dört tane de gazete yayınladım.
Bunları övünmek için söylemiyorum. Şunun için söylüyorum ki bunca yıllık yöneticilik ve yayıncılık deneyimime rağmen başka gazeteler ve dergilerle ilgili görüş ifade etmem gerekirse önce kırk kere düşünüyorum.
Ancak son zamanlarda Türk basınında yaygınlaşmakta olan bir alışkanlık dikkatimi çekiyor.
Bu da en genel bir şekilde ifade edecek olursam, başka gazeteleri eleştirmek konusunda bazı arkadaşlarımızın duydukları dayanılmaz istektir.
Bu arkadaşlarımızın arasında yazı yazdıkları gazetenin en üst yöneticisi konumunda olanlar da var.
Onlara ‘tecrübeli bir meslek büyüğü’ olarak şunu söylemek istiyorum: Başkalarının ne yaptığıyla değil, kendi ne yaptığınızla ilgilenin. Başka gazeteleri eleştirmek yerine, o eleştirdiğiniz davranışlardan kaçınarak gazetelerinizi, dergilerinizi yayınlayın. Böylece eğer görüşlerinizde haklıysanız sizin gazetelerinizin başka gazetelerden daha çok satmasını sağlayabilirsiniz.
Hazır yeri gelmişken Sabah’ın ‘ombudsman’ına bir şikáyetim var:
Bir hanım, şarkıcı Çelik’i dava etti ve kendisine ait besteleri çaldığını iddia etti.
Mahkeme delilleri inceledi ve şikáyeti reddetti.
Sabah’ın bu haberi verirken kullandığı ara başlık şöyleydi: Delilleri haklılığına yetmedi!
Bu başlık ‘Mahkemeyi kaybetti ama aslında şikayetçi haklıydı’ demek mi oluyor?
Mahkeme kararıyla hırsız olmadığı kanıtlanmış bir sanatçıya karşı bunun bir haksızlık olduğunu siz de düşünmüyor musunuz?