GEÇTİĞİMİZ hafta sonundan beri İzmir civarındayım. Çeşme, Kuşadası arasında otomobille gidip gelirken radyoya bazen Ege Adaları’ndan yayın yapan istasyonlar karışıyor.
Cızırtılar arasında buzukinin neşeli tıngırtısını duyuyorum, ne dediklerini anlamadığım kadınlar, adamlar konuşup duruyorlar.
Bugün 30 Ağustos. Büyük Zafer’in yıldönümü. 1 Eylül’den itibaren de bu bölgedeki kentlerin kasabaların "kurtuluş günleri" kutlanacak.
Başlarına iğne oyası, göğüslerine fişeklik sarmış efeler, babalarından kalan İstiklal Madalyaları’nı gururla göğüslerine takmış dedeler, harmandalı oynayan ilkokul çocukları izleyeceğiz bu kentlerin sokaklarında.
1 Eylül’de Uşak’ta başlayacak, Eskişehir, Ödemiş, Kula, Alaşehir, Salihli, Akhisar, Kuşadası, Balıkesir, Aydın, İzmir diye devam edip gidecek bu kurtuluş günleri.
Eylül ayı takvimini önünüze alırsanız nasıl bir felaketin ve yok oluşun eşiğinden dönmüş olduğumuzu daha iyi görebileceksiniz.
Eğer o zafer kazanılmamış olsaydı bu topraklarda neler yaşanacağını tahmin etmek hiç zor değil.
Girit’te, Balkanlar’da, Trakya’nın büyük bölümünde neler yaşandıysa onlar olacaktı: Etnik temizlik, zorunlu göç, göç yollarında katledilen on binlerce sivil!
Etnik temizlikten kurtulmayı başaranlar ise Yozgat, Ankara, Kayseri, Konya arasına sıkışmış küçük bir toprak parçasında denize hasret yaşıyor olacaktık.
O zaman İzmir’den Kuşadası’na giderken radyodaki Yunan müziği de "cızırtılı" olmayacaktı. Yayın buralardan yapılacaktı çünkü.
Bugün sahillerde güneşlenirken yok olup gitmenin eşiğinden nasıl olup da dönebildiğimizi tekrar düşünün.
Teröriste kendi lisanıyla yanıt verme zamanı
İNGİLİZ gazeteleri dün Türkiye’de 24 saat içinde patlayan beş bombanın 3 kişinin ölümüne, 108 kişinin de yaralanmasına yol açtığını yazıyordu.
Bazı İngiliz gazeteleri, vatandaşlarını Türkiye’ye yolculuk yapmama konusunda uyarıyorlardı.
Aynı bombanın çok yakın bir geçmişte Londra’da metro vagonlarında, otobüslerde patladığını, havaalanlarının kapandığını unutmuşlar gibiydi.
Türk gazeteleri beklendiği gibi bombalama haberlerini "geçiştirdiler".
Ben de gazete yöneticisiyken böyle yapardım. Bir yandan "teröristler amaçlarına ulaşmasınlar" diye düşünürken, öte yandan turizm sektöründen geçimini sağlayan on binlerce insanın geleceklerinden endişe duyduğum için böyle davranırdım.
Dün İngiliz gazetelerinin yayınlarına bakarken "Acaba yaptığım doğru muydu" diye düşünmeden de edemedim.
Sonuç olarak biz bu olayları ne kadar küçük vermeye çalışsak da olanları kimseden saklamak mümkün olamıyor. Dünkü İngiliz ve Rus gazeteleri bunun örnekleri.
Öte yandan bunları görmezden gelmeye çalışmak, bu ülkede de terörist faaliyetler yürütülmekte olduğunu dünya kamuoyunun gözünden kaçırıyor.
"Özgürlük savaşçısı" zannettikleri örgütün, aslında aşağılık ve hain bir terörist çete olduğunu, masum insanları öldürüp yaraladığını gözlerinin içine başka nasıl sokabiliriz?
İsrail, üç askeri kaçırıldı diye Filistin ve Lübnan’ı yerle bir etti. ABD, ülkesindeki terörist saldırısının hesabını Afganistan’a, Irak’a giderek sorma hakkını kendinde buluyor. Ve biz burada oturup Barzani ile Talabani’nin insafa gelmesini bekliyoruz.
Lübnan’a asker göndererek "büyük devlet" olunabileceğine inananlar, bu konuda ne düşünüyor?
Bu anneye çocuk emanet edilir mi?
ANNE-babasının işe giderken "yaramazlık yapmasın" diye ellerini koli bandıyla bağlayıp, eve kilitlediği 5 yaşındaki çocuk ile ilgili haberleri gazetelerde okumuş olmalısınız.
Ellerinde derin kesikler, sırtında hortumla dövülmekten kaynaklanan izler bulunan çocuğu vatandaşların ihbarı üzerine polis kurtarmış.
Ve savcılık, çocuğu annesine geri vermiş!
"Neden acaba" diye düşündüm.
Savcılık, anne ve babadan aynı şiddeti çocuğa uygulamayacaklarına ilişkin nasıl bir güvence aldı?
Çocuk Esirgeme Kurumu’na vergilerimizden neden kaynak ayırıyoruz?
Yoksa savcılık, bu anne-babanın elindeki çocuğun, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndakinden daha güvende olacağına mı inanıyor?