BİLİM kurgu edebiyatının büyük ismi Ray Bradbury "Fahrenheit 451" isimli romanını ilk kez 1951 yılında yayımlamıştı.
François Truffaut’nun sinemaya da uyarladığı (televizyonlarımızda bir ara "Değişen Dünyanın İnsanları" ismiyle gösterilmişti) bu romanda kitap yakmanın ve kitap düşmanlığının en önemli "değer" olduğu bir hayali ülke anlatılıyordu."İtfaiyeci"ler bu toplum düzeninin korunmasından sorumluydular ve bastıkları evlerde kitap ele geçirdiklerinde hem o evleri, hem de kitapları içindeki insanlarla birlikte yakıyorlardı.
İnsanları yakmalarının nedeni de kitapları ezberleyen insanların bunları ileriki kuşaklara aktarmalarını önleyebilmekti.
Önceki gece TÜYAP Kitap Fuarı’nın 25. yıldönümü nedeniyle düzenlenen törende bu filmi hatırladım.Benim gençliğim böyle bir Türkiye’de geçti. Kitap korkulan bir şeydi ve 12 Mart ile 12 Eylül dönemlerinde insanların suçlanmamak için kitaplarını yakmak zorunda kaldıkları bir ülkede yaşıyorduk.
12 Eylül’ün hemen ardından bütün kitapların bir arada sergilendiği bir fuarın açılmasının hepimizi ne kadar heyecanlandırdığını çok iyi hatırlıyorum. O günlerde aslında tamamen ticari bir olay olması gereken kitap fuarı bu nedenle "siyasi" bir kimlik de kazanmıştı.
Yasemin’e birkaç yıl önce bir kitapçıda dolaşırken bu romanı ve yaşadığımız günleri anlatmıştım. Bana inanmayan gözlerle baktığını da hatırlıyorum. Aradan geçen yılların Türkiye’yi nasıl değiştirdiğini daha iyi görebiliyorum.
Gerçi bazı çevreler için yazarlar ve kitaplar hálá "tehlikeli" görülebiliyor ama toplumumuzda sayılarının giderek azaldığını da biliyoruz.
Artık Nobel kazanan bir yazarımız bile var.
Bugüne kolay gelmedik. TÜYAP’taki töreni izlerken bu uzun yürüyüşün önemini ve katlanılan fedakárlıklarının değerini bir kez daha düşünme olanağı buldum.
Kitap Fuarı’ndaki törene katılmamın benim için özel "iki anlamı" daha vardı.
Hürriyet binasındaki en eski dostum Doğan Hızlan, 25. Kitap Fuarı’nın "Onur Yazarı", yakın arkadaşım Hasan Bülent Kahraman da 16. Sanat Fuarı’nın "Onur Eleştirmeni" olarak seçilmişlerdi.
Sevdiğim iki insanın o ödülleri almasından ben de kendime bir gurur payı çıkardım.
Özel günler özel önem ister
DÜNKÜ Vatan’da Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliği’nde düzenlenen Cumhuriyet Bayramı töreni ile ilgili bir fotoğraf yayımlandı.
Büyükelçi Gürcan Türkoğlu’nun ev sahipliğinde düzenlenen davete, İran’ın Persepolis takımının Teknik Direktörü Mustafa Denizli de katılmış.
Dikkat ettim Denizli’nin giysileri ile davete katılanların giysileri birbirinin tam zıttı.
Denizli, bir blucin, yakası açık, kravatsız beyaz gömlek ve bir lacivert blazer ceket giyerek törene katılmış. Öteki konuklar gecenin anlamına uygun ciddi giysiler içindeler. Bir okuyucum da Ankara’da düzenlenen törene katılan ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in karşısında şiir okuyan bir öğrencinin kıyafetinin uygunsuzluğuna dikkat etmiş.
Böyle özel günler için verilen davetlere özel önem vererek katılmak, bir yandan davet sahibine saygının, diğer yandan da davete neden olan olayın öneminin bir gereğidir.
O öğrenciye nasıl giyinmesi gerektiğini öğretecek olanlar herkesten önce öğretmenleri olmalıydı. Olanakları yetersizse temiz ve düzgün giyinme olanağı öğrencilere sağlanmalıydı.
Denizli’yi ise hiç anlayamadım.
Bu tür davranış kurallarını hepimizden daha çok bildiğinin tanığıyım.
Tanımasam bu yazıya "İçimizdeki İranlı" başlığını da atardım ama demek ki bir anlık bir gaflete kurban gitmiş.
Müftü’ye karşı çıkacak bir Müslüman yok muydu?
AVUSTRALYA Müftüsü Şeyh El Hilali’nin "Açıktaki eti kediler yer" diyerek, tesettürsüz kadınlara tecavüzü onaylamasının yankıları sürüyor.
Avustralya Başbakanı John Howard’ın, istifa etmeyeceğini açıklayan Şeyh Hilali için söylediği sözler Hürriyet’te yayımlandı.
Howard, "Müslümanlar onu müftülükten kovsunlar" dedi. Aksi takdirde ülkenin geri kalan kısımlarıyla Müslümanların ilişkilerinin bozulacağını vurguladı. Bu haberi okurken "Bunu söylemek Avustralya Başbakanı’na mı düşmeliydi" diye düşündüm.
Bu saçmalığa o gün itiraz edecek, Avustralya’da, Müftü’yü istifaya zorlayacak, ayrılmamakta direndiğinde "Biz de onu tanımıyoruz" diyecek bir tek Müslüman kuruluşu yok muydu diye merak ettim.
Hep söylediğim bir şeyi tekrarlamak zorundayım:
İslam diniyle ve Müslümanlarla ilgili olarak Batı kamuoyunda yaratılan olumsuz havadan hep şikáyet ediyoruz.
Ama bu tür imaj kirletici kişiler ve eylemlerle asıl mücadele etmesi gerekenlerin, kendi hallerinde inançlarını yaşayan temiz Müslümanlar olduğu gerçeğini hep ihmal ediyoruz.
Sade Müslümanlar dinin yanlış anlaşılmasına neden olan bu tür aşırılıklara ses çıkarmadığı ve hatta bir savunma içgüdüsüyle korumacı davrandıkları için İslam denilince herkesin aklına sadece böyle yobazlar geliyor.