Paylaş
Kendisine yöneltilen suçlama “polise mukavemet.”
Hatırlarsınız, İzmir’de karakolda kendisini döven polislere karşı direnen kadın da aynı şekilde “polise mukavemet” suçu ile yargılanıyor.
Böyle sayısız örnek var. Özellikle de barışçı bir gösterinin, polis tarafından dağıtılması sırasında eyleme katılanlardan gözaltına alınanlara karşı kullanılıyor.
Bir polis devletiyle, hukuk devletini birbirinden ayıran çizginin, birinci tarafında yaşayanlar için hiç de şaşılacak bir durum değil bu.
Bizim ülkemizde de böyle oluyor.
Pınar T. ile ilgili olayda, polis yoldan geçen bir kadını çevirip, gözaltına almaya kalkışıyor.
İtip kakarak, şiddet uygulayarak polis otobüsüne bindirmeye çalışıyor.
Pınar bu durumda ne yapmalıydı?
Hazreti İsa gibi kendisine bir tokat atana öteki yanağını mı çevirmeliydi?
Ya da karakolda dayak yiyen kadın, öylece durup dayağın bitmesini mi beklemeliydi?
Haksızlığa uğrayan her insan, buna karşı iyi kötü bir direniş gösterir. Üstelik o haksızlık, şiddet ile de destekleniyorsa!
Bireysel haklarımızın çiğnenmesi açısından son derece önemli bir durum bu ve polis de, savcılar da bunu kullanmakta hiç tereddüt etmiyorlar.
Hepimiz artık biliyoruz ki uluslararası sözleşmeler iç hukukumuzda, mevcut kanunlarımızdan daha üstün. Eğer uluslararası bir sözleşmeyle çelişen bir kanun var ise, yargının dikkate alması gereken, sözleşmenin hükümleri. Anayasa böyle emrediyor çünkü.
Aynı şekilde AİHM kararları da uyulması gereken iç hukuk kuralı durumunda.
AİHM kararları, polise karşı direnen göstericilerin, buna ne zaman başladığına dikkat edilmesi gerektiğini vurguluyor.
Eğer, barışçı bir gösteriye katılanlar, polisin orantısız şiddet uygulamasına maruz kalıyorlarsa buna direnebilirler ve AİHM bunu “polise mukavemet” olarak kabul etmiyor.
Aynı şekilde, karakolda dayak yiyen kadının direnmesi de, Pınar T.’nin kendisine yapılan muameleye itiraz etmesi de polise mukavemet sayılmıyor.
Bireysel haklarımızı tam olarak bilmiyoruz, bilebilsek bile bu hakları korumak ile görevli olan savcılar buna aldırmıyorlar.
İstediğiniz kadar demokrasi paketi açın, o paketin ipleri toplumu sıkı sıkıya bağlamak için kullanılmaya devam ediliyor.
Sorumluluğunu bilen bir yönetici yeterdi
ULAŞTIRMA Bakanı Binali Yıldırım, “İstanbul’un en önemli sorunu dersek her İstanbullunun aklına ulaşım geliyor, trafik geliyor. Çevre hemen telaffuz edilmiyor. İşin merkezinden uzaklaşmamamız gerekiyor” dedi.
Evet, yollarda her gün en az bir–iki saatini harcayan insanlar için böyledir, tersi düşünülemezdi zaten.
Şehrin merkezine onlarca katlı gökdelenlere, alışveriş merkezlerine izin verenler, oralara gidip gelecek insanların hangi yolu kullanacağını daha önce düşünmüş olsaydı durum değişebilirdi ama.
Öte yandan şu da var ki, İstanbul’un mevcut yol altyapısı ile daha makul bir ulaşım süresine sahip olabilmek de mümkün.
Bir tek şartı var: Kenti yönetenler; vali, belediye başkanı ve emniyet müdürü, bunu kendileri için bir görev olarak kabul etmiş olsaydı!
İstanbul kent merkezinde trafiğin bazen saatlerce durmasının en temel nedeni, kavşaklarda yeterince polis memurunun bulunmaması, bulunanların da görevlerini yapmamasıdır.
Geçemeyeceği kavşağa girip, kavşağı dört yönden kilitleyenlere engel olmak çok kolay!
Ama gelin görün ki kentin böyle tıkanan kavşaklarında polis memuru göremiyorsunuz bile.
Bir diğer sorun, iş dağılımı saatlerindeki servis araçlarının ana arterlere bile park etmesidir.
Kitle ulaşımının yeterince olmadığı dönemden kalan bu uygulama, metronun, metrobüsün, raylı sistemin devreye girmiş olmasına rağmen aynen devam ediyor.
Bu kenti gerçekten yönetmek isteyen bir yetkili olsaydı, servis minibüslerinin kent merkezine girmesini yasaklardı. Servisler insanları ulaşımın nispeten zor olduğu kentin uzak mahallelerinden, kitle ulaşım noktalarına taşır, ondan sonra herkes işine gücüne öyle gidebilirdi.
İstanbul’da resmi olarak 40 bin servis aracı var. Neredeyse hepsi kentin merkezi bölgelerine giriyor, park ederek yolları tıkıyor.
Ulaşımı rahatlatacak böyle birçok önlem düşünülebilir, yeter ki bunu kendisine dert edinecek bir yönetici olsun!
Arka koltukta ne hissediyorlar?
DÜN bir iş için Anadolu yakasına geçtim ve öğlen saatlerinde Boğaziçi Köprüsü’nden geçmeye çalıştım.
Sonunda başardım tabii ama her gün bunu yapmaya çalışan insanların neler çektiğini de bir kez daha yaşadım.
Metrobüs yolu yapıldığından beri çevre yolunda bir “emniyet şeridi” yok.
Bunun tehlikeleri bir yana, bir diğer sonucu da “en ziyade müsaadeye mazhar” olduğunu zannedenlerin terörü!
Dün de böyle oldu. Bir polis eskort otomobilinin öncülüğünde plakası 0012 olan bir bakan makam aracı bağıra çağıra, çevredeki araçları terörize ederek geçip gitti.
Bu hangi bakanın aracıdır bilmiyorum, araştırmaya gerek de görmedim, herhangi birisi olabilir, hepsi aynı şeyi yapıyor çünkü.
Kendileri ve kenti yönetenler böyle geçip gidebildikleri için zannediyorlar ki yollar açık!
Şunu merak ediyorum: Çevredeki araçlarda insanlar sıkıntı içinde beklerken, onları bir de siren sesiyle terörize edip giderlerken, tanınmamak için yüzlerini bir evrakın, gazetenin vs. arkasına saklıyorlar mı?
Yoksa pişkin pişkin arka koltukta oturup, kendilerini seçen “milli iradeden” ne kadar üstün olduklarını mı düşünüyorlar?
Paylaş