GEORGE Orwell’in "1984" isimli romanını çağrıştıran bir haber geçtiğimiz günlerde gazetelerde yayımlandı.
İngiltere’de bir kadın, google’ın sokaklardan görüntü sağlayan "street view" isimli programı sayesinde kocasının kendisini aldattığını öğrenerek boşanma davası açtı.
Haberde, söz konusu kadının, bir kadın arkadaşının evinin bulunduğu sokağı gözetlerken, kendisine iş için kent dışına çıkacağını söyleyen kocasının otomobilini, arkadaşının evinin önünde gördüğü anlatılıyor.
Elbette kadının, kendi kadın arkadaşının evinin bulunduğu sokağı gözetlemiş olması bir tesadüf olmamalı. Büyük olasılıkla zaten bir haklı kuşku vardı ki kadın oturup o sokağı gözetledi.
Orwell, 1984 isimli romanında, yaşam alanlarının her köşesine yerleştirilmiş kameralar ile insanların attığı her adımın ve konuşmalarının izlendiği bir hayali devlet anlatıyor. "Büyük birader"in yönetimindeki bu ülkede bireysellik yasaktır, devletin tarif ettiğinin dışında bir düşünceye kapılmak da!
Orwell, bu romanını Stalin dönemi Sovyetler Birliği’ni eleştirmek için yazmıştı.
Onun bir bilimkurgu olarak tasarladığı şey, bugün gerçek oldu.
Paranoyak değilim ama sokak başlarına konuşlanmış kameraları, tepemizde dönüp duran uyduları, telefon hattımın bir ucuna yapışmış "dinleyicileri", kredi kartı ekstrelerinden takip edilen günlük yaşamlarımızı görünce biraz gecikmeyle de olsa 1984’ü yaşamaya başladığımızı düşünüyorum.
Henüz beyinlerimizi yıkayıp, hepimizi tek tip düşünceye mahkûm etmediler ama böyle giderse o da yakındır diye düşünmeden edemiyorum.
Ve gördüğünüz gibi artık bu işi devletin yapması da gerekmiyor.
Google, gözünü üzerimize dikmiş her adımımızı izliyor, her şeyi kaydediyor.
Orwell’in hayali ülkesinin gerçekleşmekte olduğunu görünce kendime sormadan da edemiyorum: Arthur C. Clarke’ın "2001 - Bir Uzay Efsanesi" isimli romanının kahramanı Hal gibi bir bilgisayar, günün birinde tüm evrenin hákimi olur mu?
Halkın hizmetkárı ya da efendisi olmak!
BARACK Obama’yı elinde şemsiye ile özel uçağının merdivenlerinden inerken gösteren fotoğrafı çoğalttıktan sonra çerçeveletip, Türkiye’deki bütün üst düzey kamu yöneticilerine göndermek istedim.
Kendi tuttuğu şemsiye ile dolaşan herhangi bir bakanı ya da başbakanı bu ülkede gördüğümüzü hatırlamıyorum.
Aynı günlerde Paris Match Dergisi’nde de Obama’nın özel uçağındaki halini gösteren bir foto röportaj yayımlandı.
Fotoğraflardan birinde Obama uçağın koridorunda yürüyor, üzerinde ceketi yok.
O fotoğrafta dikkatimi çeken şey, Obama’nın pantolon kemerine taktığı cep telefonu oldu.
İlk başta "Burhan Bey gibi" diye düşünerek gülümsedim.
Sonra bazen cep telefonundan aramak zorunda kaldığım bizim üst düzey kamu yöneticilerinin hiçbirinin telefonlarını kendilerinin açmadığını hatırladım. Cep telefonları ya özel kalem müdürlerinde çıkar ya da korumalarında.
Belli ki Başkan cep telefonunu kendisi açıyor, yoksa onu kemerinde neden taşısın?
Doğulu olmak ile Batılı olmak arasındaki en önemli farklardan biri de kamu yöneticilerinin tevazusu ile ilgilidir diye düşünüyorum.
Kendisini "halkın hizmetkárı" olarak görmek ile "halkın efendisi" olarak görmek arasındaki bir fark bu.
Küçük ayrıntılarda bile görülebilen bir farktır. Ve şöyle bir genelleme de yapabilirim: Bir ülke ne kadar gelişmiş ve medenileşmiş ise o ülkenin yöneticileri de o kadar mütevazı ve sıradan bir yaşamı sürdürürler.
Seçilmiş kral ya da padişah olmaya özenenler ise hep azgelişmiş ülkelerin yöneticileri içinden çıkarlar!
Kendini öldürmene gerek yok!
TEMPO Dergisi’nin bu ayki sayısı ile birlikte verdiği "Hayatınızı Değiştirecek 50 Film" isimli kitaptan geçen hafta söz etmiştim.
Doğan Hızlan da geçen gün yazdı, o da benim gibi filmlerin hepsini seyretmiş.
Geçen gün kitabı kim bilir kaçıncı kez karıştırırken "The Good, The Bad and The Ugly" (İyi, Kötü ve Çirkin) filmine takıldım. Sergio Leone’nin bu klasik filminde "kötü" rolündeki Eli Wallach şöyle bir söz söylüyor: "Eğer yaşamak için çalışıyorsan, neden çalışarak kendini öldürüyorsun?"
34 yıldır gazeteciyim. Bu meslekte bulunmadığım herhangi bir görev kalmadı, gazeteler, dergiler yayımladım, içini istediğim gibi doldurmama izin verilen bir köşem de oldu.
Yani neresinden bakarsanız bakın artık yaşamak için çalışmıyorum. Sanıyorum hálá buralarda olmamın nedeni yetiştirilirken bana öğretilenlerin dışına çıkma yeteneğimin fazla gelişmemiş olması.
Yani durumum, David Fincher’in "Fight Club" (Dövüş Kulübü) isimli filminde Brad Pitt’in, Edward Norton’a söylediği "Sahip olduğun şeyler, sonunda sana sahip olurlar" cümlesine benzemiyor.
Dün öğlen, aynı benim durumumda olan bir gazeteci arkadaşımla yemek yerken, rüzgárın doldurduğu yelkenleri, ıssızlıkta hiç susmayan cırcır böceklerini, denizin insanı hiçleştiren muazzam sonsuzluğunu konuştuk. Mevsimi geldi ya, "bu kalabalık ve gürültülü kentte ne işimiz var" düşüncesi yeniden aklımıza takıldı.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı filminde Dr. Schiller’in söylediği sözü hatırladım: "Eğer hayatına son vermek istiyorsan yap, bunun için kendini öldürmene gerek yok!"