Paylaş
Son yedi yılda bu şirketin kazandığı toplam ihale tutarının 60 milyar liranın üzerinde olduğu iddia ediliyor.
CHP Kocaeli Milletvekili Haydar Akar, TBMM KİT Komisyonu’nda önümüzdeki günlerde görüşülecek olan TKİ raporu öncesi hükümetin bu şirkete nasıl bir ayrıcalık tanıdığını Taraf’a anlattı:
“Soma’daki linyit kömür işletmeleri 2005 yılında Soma AŞ ile yapılan bir anlaşma ile rödovans (kiralama yöntemi) sistemi ile devredildi. 2010’a kadar çıkan tüm kömür usulsüz ve kanunsuz bir şekilde ihalesiz olarak bunlardan alınıyordu. Bu şirket devlete, (2005 yılından 01.08.2013 tarihine kadar) toplam 18 milyon ton kömür satmış. İhalesiz olarak kömür alınan 5-6 şirketten bir tanesi. Hükümet, rödovans usulüyle aldığı kömürlerin ihtiyacı karşılamadığında ihale yoluyla almış olduğu kömürlerden çok daha pahalı olduğunu görünce kılıf uydurabilmek ve suçlamaların önüne geçebilmek için bir kanun çıkarıyor. Bakanlar Kurulu Kararı (2012) Enerji Bakanlığı genelgesiyle bir birim fiyat belirliyor. Devletin satış fiyatlarının da 2012’de şişirildiğini görüyoruz. Bu da özel sektöre ayrı bir imtiyaz sağlıyor. Rödovans usulüyle ihalesiz olarak TKİ tarafından Soma AŞ dahil olmak üzere birkaç şirketten kömür temin edilmektedir. 2010 yılında çıkarılan kararla rüçhan hakkı adı altında ihalesiz olarak alım yapılmaktadır. Ancak buraya ödenen para, ihale ile alınan kömüre ödenenin çok üzerindedir. Bu da açıkça bu şirketlerin kayırılması ve kazanç aktarımı demektir.”
Ocakları kiraya veren devlet, ocaklardan çıkarılan kömürü ihalesiz olarak yüksek fiyattan satın alan da yine devlet!
Böyle bir işadamının, hükümetin koruması ve gözetimi olmadan bu kadar büyük iş yapabilmesi mümkün müdür?
Mümkün olmadığını 17 Aralık’tan sonra ortaya çıkan telefon konuşmalarından gayet iyi biliyoruz.
“Bir küçük kupon arazi” için bile kendisinden izin alınmadan işlem yapılmasını istemeyen bir Başbakan iktidarda ve onun bilgisi, izni olmadan 60 milyar liranın üzerinde hacme sahip bir iş, herhangi bir şirkete verilebilir mi?
29 Ağustos 2013 tarihinde bu köşede, bir Başbakanlık genelgesinden söz etmiştim.
16 Haziran 2012 tarihli bu genelgeye göre “Kamu kurum ve kuruluşları (belediyeler ve il özel idareleri hariç) ile sermayesinin yüzde ellisinden fazlası kamu kurum ve kuruluşlarına ait şirketlerin, kendi mülkiyetlerinde veya tasarruflarında bulunan taşınmazlarıyla ilgili olarak; kamu kurum ve kuruluşları, vakıf, dernek veya bunların şirketlerine, gerçek veya tüzelkişilere; satış, kira, irtifak, takas, tahsis, devir vb. her türlü tasarrufa yönelik işlemleri için Başbakanlık’tan izin alınacaktır.”
Aynı “sıkıyönetim” kurallarının maden imtiyazları ile ilgili olarak da geçerli olduğunu hatırlatayım.
Bu şirket doğrudan Başbakan’ın koruması altındaydı.
Bu hükümetin iş yapma biçimini biliyoruz.
Eğer, devlet ile işlerini düzgün yürütmek, ödemelerde sıkıntı yaşamamak, yeni işler almak istiyorsan yolu belli: Kazandığının bir bölümünü artık vakıf mı olur, dernek mi olur, Başbakan’ın ya da yetkilendirdiği kişinin işaret ettiği kuruma bağışlayacaksın!
İstenirse havuzlara atlayacaksın, istenirse dağıtılacak pirinçleri satın alacaksın, istenirse vakıflara bağışta bulunacaksın.
Başka yolu yok!
Soma’daki ve diğer bölgelerdeki birçok madeni işleten bu şirketin hangi dernekler ve vakıflara bağışta bulunduğunu öğrenmemize elbette izin vermeyecekler.
Oysa son derece kolay bir denetim işi ile bu ayrıntıyı öğrenebilirdik.
O vakit Başbakan’ın kazanın ilk günlerinden beri neden şirket yöneticilerinin hatalarından ve kusurlarından söz etmediğini de daha iyi anlardık.
Soruşturmayı böylesine derinleştirecek bir savcı elbette çıkmayacak.
Siyasi sorumluluk kanunları çıkarmayandadır
ÇALIŞMA Bakanı Faruk Çelik, geçen gün yaptığı bir açıklamada, İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nın 2012 yılında büyük zorluklarla çıkarılabildiğini hatırlatarak şöyle konuştu: “Keşke bütün kesimler iş sağlığı konusuna duyarlılığı en az bugüne yakın gösterselerdi. Keşke yaygın tartışabilseydik.”
2012 yılında iktidarda, bugün olduğu gibi istediği her kanunu torbaların içine doldurup çıkarmak gücüne sahip bir iktidar vardı. Aynı hükümet iktidardaydı, TBMM’de aynı çoğunluğa sahip bir iktidar partisi vardı.
Bakan “Keşke yaygın tartışabilseydik” diyor ama bu iktidarın, canının istediği her kanunu tartışılmasına bile fırsat vermeden çıkardığını biliyoruz.
Türkiye’deki eğitim sistemini altüst eden ve küçücük çocukların eğitim geleceklerini tehlikeye atan 4+4+4 kanunu bir gece yarısı kaldırılan parmaklarla kolayca çıkarılmamış mıydı?
Mesele “niyet” ile ilgilidir. Bu hükümetin o tarihte adamakıllı bir işçi sağlığı ve güvenliği yasası çıkarmaya zaten niyeti yoktu, onun için o kanun eksikliklerle çıktı.
Eğer o günlerde tersanelerdeki işçi ölümleri nedeniyle oluşmuş büyük bir farkındalık olmasaydı, o kanun da çıkarılmazdı. O kanunu eksiği, gediğiyle çıkardılar, çünkü dertleri işçilerin can güvenliğinden daha çok kamuoyu nezdinde yıpranan itibarı korumak için makyaj yapmaktı.
Dün gazetelerdeki haberlere bakılırsa, Başbakan talimat vermiş, iş güvenliği standartlarını yükseltecek 176 numaralı ILO sözleşmesinin imzalanması için harekete geçilecekmiş.
İşyerlerindeki güvenlik standartlarını yükseltecek bu sözleşme 19 yıldır Türkiye tarafından imzalanmıyor. Bu 19 yılın 12 yılında da iktidarda bugünkü parti vardı.
İşçi sendikalarının, sivil toplum örgütlerinin bu yöndeki taleplerini dinleyen olmadı.
Eğer Başbakan, bundan önceki kazalarda da “Maden kazasında ölüm bu işin fıtratında var” düşüncesinde olmasaydı, sendikaların taleplerine kulak verilir, bu sözleşme o vakit imzalanırdı.
Akıllarının başlarına gelmesi için 301 madencinin ölmesi gerekiyormuş demek ki!
Bütün bunlar kazanın siyasi sorumlusunun kim olduğunu açıkça gösteriyor.
Koltuklarına bayıldıklarını ve asla bırakamayacaklarını bildiğimiz için istifadan vazgeçtik, bari çıkın da derli toplu bir özür dileyin!
Paylaş