İKİNCİ Ergenekon Davası’nın 105. duruşması dün yapıldı.
Bu davanın sanıkları 2008 yılının Temmuz ve Eylül aylarında tutuklandılar, 2,5 yılı aşkın bir zamandır hapishanedeler. Davanın 100. duruşması 14 Şubat’ta yapılmıştı. Demek ki son bir haftada 5 duruşma yapılabilmiş. Daha savunmaları bitmeyen sanıklar var, bu hızla gidilirse sanırım en az iki yıl daha sonucunu beklemek gerekecek. Sonra temyiz süreci başlayacak. Bu nedenle uzayan tutukluluk hali bir cezalandırmaya dönüşecek. Bunu günümüz demokratlarından ciddiye alan kimse yok. “Onlar bir haltlar karıştırmıştır mutlaka” inancı, adil yargılanma hakkının ve aksi kanıtlanana kadar herkesin suçsuz olduğu kuralının görmezden gelinmesine neden oluyor. Ve mahkeme de bu inanç üzerinden yürüdüğü için varsa suçluların bile sonunda cezasız kalacaklarını göreceğiz. 105. duruşmada sanıklardan emekli albay ve avukat Mustafa Levent Göktaş’ın savunmasına devam edildi. Göktaş’ın bürosunda bulunduğu iddia edilen bir DVD var. 51 numaralı DVD olarak biliniyor ve bazı yargı mensuplarının kişisel yaşamları ile ilgili görüntüleri içeriyor. Göktaş, bu delilin bürosuna polislerce yerleştirildiğini, aramayı yapan polisin DVD’yi “eliyle koymuş gibi” aynı ofisi paylaşan bir başka avukatın odasında bulduğunu söylüyor. Benim ilgimi çeken husus DVD’de herhangi bir parmak izinin bulunmamış olması. Pırıl pırıl bir DVD bu, adeta “el değmemiş”! Size de tuhaf gelmiyor mu? Adliye mensuplarına şantaj yapmak için gizli görüntüler elde ediyorsunuz, bunları bir DVD’ye kaydedip büronuzda saklıyorsunuz. Ergenekon tutuklamaları başlıyor, siz de o örgüte üyesiniz (savcı bunu iddia ediyor) ve hâlâ o DVD’yi büronuzda tutmaya devam ediyorsunuz. Bununla da kalmıyorsunuz, “ne olur ne olmaz, bulunursa bari temiz bulunsun” diye her gün eldivenle tutup, üzerinde parmak izi kalmayacak şekilde temizliyorsunuz! Yani hem ofisinizin basılıp bu DVD’nin bulunabileceğini düşünüyorsunuz, bu nedenle parmak izlerini temizliyorsunuz, hem de ofisinizin aranacağını bile bile DVD’yi çöpe atmıyorsunuz. Bu bana gerçekten çok anlaşılmaz geliyor!
Kanunu takmayan savcılara ne oldu?
İSTANBUL Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, yeni kurulan İstanbul bölgesi istinaf mahkemesinin başsavcılığına atandı. Engin’i bu terfisi nedeniyle kutluyorum, başarılı olmasını yürekten diliyorum. Yeni kurulan bir üst mahkemede tecrübeli savcı ve yargıçların görev yapması doğal, bunun Engin’i pasifize etmeyi amaçlayan bir görevlendirme olduğu iddialarına katılmam zor. (Hükümetin emrindeki yeni HSYK bu durumu değerlendirecek, hükümetin hoşuna gidecek bir ismi İstanbul’a başsavcı olarak atayacaktır, o da ayrı bir mesele tabii.) Ancak kuşku yok ki Engin’in daha önce başına gelenler normal bir ülkede bir başsavcının başına da gelmezdi. Engin’in telefonları, altında çalışan savcılar tarafından alınmış bir mahkeme emriyle dinlendi. Aynı adliyede birlikte görev yaptığı bir yargıç bu izni verdi. “Güçlü şüpheyi” yaratacak deliller nelerdi diye sormadı bile. Sonra ortaya çıktı ki kuşkular palavraymış, Engin’in dinlenmesi gerekmiyormuş! İşin acayipliği bu noktada daha da artıyor: Kanun, hakkında dinleme izni alınan ama dinleme süresinin sonunda haklarında dava açılmayan kişilerin savcılık tarafından bilgilendirilmesi gerektiğini emrediyor. Engin’e bu bilgi verilmedi o da dinlendiğini bizler gibi gazetelerden öğrendi. Ve bu kanun dışı uygulamanın sorumlusu olan savcılar ile birlikte çalışmaya devam etmek zorunda da kaldı. Böylece şimdi hiç olmazsa o kişilerle aynı koridorlarda karşılaşmayacak demektir! Yeri gelmişken sorayım: Engin, bu kanunsuzluk ile ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Ne oldu? Kanunları takmayan savcılar ile ilgili bir işlem yapıldı mı?
‘Aşırmacı’ bakanlar iki tane oldu!
FEDERAL Almanya Savunma Bakanı Guttenberg, Bayreuth Üniversitesi’ne başvurarak kendisine verilen “doktor” unvanının geri alınmasını istedi. Güttenberg, doktora tezinde “intihal” yapmak ile suçlanıyordu. Bakan, bu konuda hatalı olduğunu kabul ederek doktor unvanını artık kullanamayacağını belirtiyor. İstifa etmiyor ancak “yaptığım saçmalıktı” da diyebiliyor. Ve bu nedenle özür de diliyor. “İntihal”, kelime anlamıyla “aşırma” demek. Bu olayda bir akademik çalışmada başkaları tarafından yazılmış metinlerin, kaynak gösterilmeden kullanılması anlamına geliyor. Benzer durumda bir bakan da Türkiye’de var, bilmem hatırlıyor musunuz? Yani en azından bu konuda Federal Almanya’dan önde sayılırız, övünmek gerekir mi bilmiyorum. Çalışma Bakanı Ömer Dinçer, yazdığı “İşletme Yönetimine Giriş” isimli kitabında “aşırma” yaptığı için YÖK tarafından “üniversiteden çıkarılma” cezasına çarptırılmıştı. Dinçer’in itirazını değerlendiren Ankara 1. İdare Mahkemesi intihal suçunu sabit bulmuş ve Dinçer, profesör unvanını kullanamaz hale gelmişti. YÖK’ün kararı 2005 tarihli. Altı yıldır da Dinçer’in aşırmacılık nedeniyle özür dilediğine tanık olmadık. İşte iki siyasetçi! İkisi de “aşırmacı”, ikisinin de suçu sabit, ikisi de unvanlarını kullanamayacaklar. Ama biri özür dilemeyi biliyor, diğeri pişkinlikle durumu geçiştiriyor.