Paylaş
Savcılığın, soruşturmayı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve dini değerleri aşağılama” suçu işlendiği gerekçesiyle açtığı bildiriliyor.
Savcılıkların, devlet büyüklerinin demeçlerini dinledikten sonra böyle bir soruşturma açmalarında şaşılacak yön yok. Bunun yakında bir davaya dönüşeceğine de tanık olabiliriz.
Bizde bu işler biraz da böyle yürüyor çünkü.
Soruşturmanın ne sonuç vereceğini beklerken, savcılarımıza şunu da hatırlatmak isterim: Benzer suçları işlemiş olabilecek kişiler arasında ayrım yapmamaları gerekir.
Mesela, dini duyguları kullanarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden bir kişi için böyle bir soruşturma açıldığına tanık olamadık çünkü.
Söz konusu “kin ve düşmanlığa tahrik eylemi” Gezi protestoları sırasında yaşanmıştı.
Türbanlı bir kadın, Kabataş’ta, pusetteki çocuğuyla birlikte kocasını beklerken bir grup insanın saldırısına uğradığını iddia ediyordu.
İddiasına göre, üstleri çıplak, başlarında siyah bantlar ve ellerinde eldivenler olan 60–70 kişilik bir grup kendisine saldı rmışlar. Fiziksel olarak taciz etmişler, yerlerde sürüklemişler ve bununla da kalmayıp bir de üstüne işemişlerdi.
Bu arada pusetteki çocuğu da havaya fırlatmışlar, kadının yardımına koşmaya çalışan yaşlı bir adam ile torununu da fena halde dövmüşlerdi.
İddia dehşet vericiydi ve bir kadının, sadece başında türban var diye böylesine bir saldırıya maruz kalması, halkın bir bölümünü, diğerlerine karşı tahrik etmeye ve iki kesim arasında düşmanlık yaratmaya müsait bir iddiaydı.
Ama ne kadının üzerindeki “izler” böyle bir suçu kanıtlayabildi, ne de havaya atıldığı iddia edilen bebekte böyle bir saldırının sonuçları görülüyordu. “Feci şekilde dövülen” dede ve torunundan da iz yoktu.
Kamera kayıtlarına bakıldı, o saatte bölgeden sinyal veren cep telefonlarından hareket ile olaya tanık olabilecek kişilere ulaşıldı ama böyle bir olayı gören ne tanık vardı ne de kamera kaydı.
Cinsel fantezilerle süslü bir halüsinasyon olduğu açıkça ortadaydı ama bu yalan bıkıp usanmadan tekrarlandı, “dönemin” Başbakanı da bu yalanı, yalan olduğunu bile bile meydanlarda tekrarlamakta sakınca görmedi.
Çok ciddi sonuçları olabilecek böyle bir iddiayı ortaya atarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden kadın hakkında bugüne kadar bir soruşturma açılmadı.
Bu takibi şikâyete bağlı bir suç değil.
Aynı suç gerekçesiyle iki yazara anında soruşturma açan savcılığın, bu olayı bugüne kadar mercek altına almamış olmasını, bazı kişilerin özgürce suç işleyebileceği fikrine sahip olmaları ile mi açıklamalıyız?
Başbakan ateşle oynadığının farkında mı?
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, Cumhuriyet gazetesinin Charlie Hebdo eki vermesini diline doladı, her gün aynı şeyi tekrarlıyor.
Bunu iki nedenle yapıyor olabilir: Birincisi, polisin bir hukuk devletinde keyfi olarak bir gazetenin dağıtımını engellediği gerçeğini gözlerden kaçırmak ve bu suçu işleyen memurları korumak.
Diğeri ise bu fırsattan istifade ederek muhalefetin bir bölümünü “dini inanca saygısız” ilan ederek siyasi çıkar peşinde koşması olabilir.
Belki bir taşla iki kuş vuracağını da düşünüyordur, kim bilir?
Ama bunu yaparken, huzur ve güveninden sorumlu olduğu bir ülkede ateşle oynamakta olduğunu kendisine hatırlatmak isterim.
Bu ülkede, kendisini Kouachi kardeşlerle özdeşleştirmeye hazır insanlar da var ve konuşmalarının tam da bu yerine geldiğinde daha da ateşlenmesinden kolayca etkilenebilirler.
Bakın Genç Müslümanlar Derneği Başkanı Ebubekir Karakaş ne dedi:
“Kouachi kardeşlere diyoruz ki, sizler bu saldırı ile biz Müslümanların yüzlerini ağarttınız. Rabbim de sizlerin yüzünü ahrette ağartsın, şehadetinizi kabul etsin inşallah.”
Özgür–Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya da Kouachi biraderler için “Rabbim mekânlarını cennet kılsın. İslam’ın izzeti için ödedikleri bedel ve fedakârlıktan dolayı cennetiyle mükafatlandırsın inşallah” diye dua ediyor.
Ensar Kardeşlik Platformu’nun gösterisinde, Bin Ladin ve Kouachi’lerin fotoğrafları olan pankartlara “Tehdit ediyoruz” diye yazdılar.
Gördüğünüz gibi bu ülkede dini duyguları kullanarak provokasyon yaratmaya çok elverişli bir zemin var.
Başbakan bilsin ki bu nedenle bir tek kişinin kılına zarar gelirse, sorumlusu kendisinden başkası olmayacaktır.
Ondan sonra istediği kadar “Şiddete karşıyız” desin, kendisi söyler, kendisi dinler, haberi olsun.
Böyle Meclis’ten başka sonuç çıkmaz
BU yazıyı yazdığım saatte henüz TBMM’deki “Yüce Divan” oylaması başlamamıştı.
Gün boyunca haber kanallarındaki alt yazılarda “Dört Bakan Yüce Divan’a gidecek mi” diye sorulduğunu gördüm.
Sanki böyle bir olasılık varmış da bu nedenle bütün ülke oylamanın sonucunu merak içinde bekliyormuş gibi bir hava yani!
Merak edilen konu, 53 AKP’linin, “tam kadro” Meclis’e gelmeyi bile başarıp başaramayacağı belli olmayan muhalefet ile birlikte oy verip vermeyeceğiydi.
Her ikisinin de olmayacak duaya amin demek anlamına geleceğini bilmek için memleketin siyasi iklimini teneffüs etmek yeterliydi oysa.
Ne bütün muhalefet eksiksiz Meclis’e gelmeyi başarabilirdi, ne de AKP’den böyle bir “fire” çıkardı!
Onun için bu yazıyı sonradan değiştirmeyeceğim.
Muhalefet beni utandırırsa da, AKP’liler son anda “koltuk” yerine “vicdan”ı tercih etseler de değiştirmemek üzere yazdım.
Eğer yanılırsam, bundan sonraki siyasi değerlendirmelerime kuşkuyla bakabilir ve bu yanılgımı yüzüme vurabilirsiniz.
Paylaş