HÜRRİYET muhabiri Gülden Aydın’ın başına gelenleri dün Yalçın Bayer’in köşesinde okurken, bu olay karşısında neden şaşkınlığa düşmediğimi düşündüm.
Şaşırmadım çünkü aşırı İslamcı çevrelerin "kendileri gibi olmayanlara" karşı gösterdikleri bu hoşgörüsüz yaklaşım yeni bir şey değil.
Bu görüşteki kişilerin, "uygun ortam bulduklarında" ne kadar saldırganlaşabileceklerinin sayısız örneği var. Hem ülkemizde, hem de dünyanın başka yerlerinde bu durum böyle.
Bu kişilere ortada işlenen bir günah varsa, bunun onları ilgilendirmediğini anlatabilmek gerçekten çok güç.
Bikiniyle denize girmek, içki içmek, başını örtmemek, ya da onların uygun görmediği herhangi bir davranışta bulunmak günahsa, bu onu yapanın günahı! Başka kimseyi ilgilendirmez.
Bunun tersi de doğru. Günah olduğu için içki içmek istemeyen, denize elbiseyle girmek isteyen, dinin emrettiği kuralları en katı biçimde uygulamak isteyen varsa bu da onların bir tercihi.
Şunu hepimiz aklımıza iyice sokmalıyız: Burası hepimizin ülkesi ve yaşamlarımızı burada, hep birlikte sürdürmek zorundayız.
Kimse kendi yaşam anlayışını başkasına dikte etmek hakkına sahip değil.
Bu ülkede türbanlılar da olacak, başını örtmeyenler de! İçki içen de olacak, içmeyen de! Herkes kendi yaşam anlayışına uygun olarak özel yaşamını sürdürme hakkına sahip olacak.
Birileri istemiyor diye kimse bu toprakları terk edip gidecek değil.
Biliyorum ki İslamcılığı zorla bu topluma dayatmak isteyenlerden hiçbiri bu yazıyı okumayacak.
Onların okuduğu gazetelerde insanları cinayete teşvik eden, ölen yazarların arkasından sevinç naraları atılan yazılar yayımlanıyor çünkü.
Dağlarda savaşan askerlerin günlük yaşamları
PKK ile sürdürülen "düşük yoğunluklu savaş" ile ilgili çok az şey biliyoruz aslında.
Bütün bildiğimiz şehit cenazelerinin arkasından dökülen gözyaşları.
Ama o dağlarda terörist takip ederken hayat nasıl geçiyor, o askerler neler hissedip, neler yaşıyor bunu hiç bilemiyoruz.
Merak ettiğim soruların bazı yanıtlarını Abdullah Ağar’ın "Türk Komandoları" isimli kitabında buldum.
Ağar, bir komando subayı olarak neredeyse bütün gençliğini dağlarda terörist takibiyle geçirmiş bir "gazi". İlk kıta görevinde dağa çıkmış ve altı yılın sonunda belinde bir kurşun yarasıyla geri dönene kadar dağlarda kalmış.
Kitabında anlattığı öykülerdeki askerler sanki bir yatılı okulun haşarı öğrencileri gibiler.
Sevinci, acıyı, açlığı, yorgunluğu, korkuyu ve cesareti hep birlikte yaşayan öğrenciler gibi.
Ağar, gazete ve televizyon haberlerine asla yansıma olanağı olmayan bir yaşam kesiti sunuyor kitabında bizlere.
Kitapta, bir şey daha dikkatimi çekti, bunu da yazmadan geçemeyeceğim.
Abdullah Ağar, kitabının arka kapağında şöyle anlatılıyor: "Dağlarda geçen altı yılın ardından, artık dağlardan inerken aldığı kurşun yaralarıyla belinde oluşan bir nişan, komutanlığını yaptığı birliklerden de 25 gazisi ve 11 şehidi vardı."
"25 gazisi ve 11 şehidi vardı" ifadesini yadırgadığımı söylemeliyim.
Bu öyle bir izlenim yaratıyor ki sanki bir tür övünme gibi.
Bir komutan elbette emrindeki askerlerin kahramanca savaşmalarından ve bu uğurda gerektiğinde şehit düşüp, gazi olmasından gurur duyabilir.
Ama bunun bir tür "skor levhası gibi" yansıtılmasından rahatsız oldum.
Keşke bu ifadeyi o kitabın kapağına hiç koymasaydı diye düşündüm.
Bayram Balaban örnek olsun
BURSA’da banyoda düşerek yaşamını kaybeden 3 çocuk babası 36 yaşındaki Bayram Balaban’ın bağışlanan organları sayesinde dört kişi yeniden sağlıklı bir yaşama başlama şansına sahip oldu.
Balaban, organlarını ölümünden on gün önce bağışlamıştı.
Türkiye, organ nakli merkezi sayısı ve bu işi layıkıyla yerine getirecek bilim adamı sayısı bakımından dünyanın birçok ülkesinden çok daha ileride.
Ancak iş "organ bağışına" gelince durumumuz hiç de iç açıcı değil.
Birçok ülkede organ bağışçısı sayısı yüz binlerle ifade edilirken Türkiye’de 2002-2005 tarihleri arasında organ bağışında bulunanların sayısı sadece 13 bin.
Geçtiğimiz yıl Türkiye’de ölümünden sonra organları bir başkasına nakledilebilenlerin sayısı ise sadece 168.
Bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın ve Diyanet İşleri’nin kapsamlı bir kampanya yürütmeleri gerekiyor.
Öldükten sonra hiçbir işimize yaramayacak organlarla, birçok insanı yaşama döndürebileceğimizi ve günün birinde aynı ihtiyacı en yakınlarımızın bile duyabileceklerini unutmamalıyız.
Umarım ki rahmetli Bayram Bey’in kurtardığı dört can hepimize örnek olur.