‘Başı açık kadınlar türbanlıları desteklemiyor’ meselesi

AKP’liler tarafından kurulmuş bir şirketin yaptığı “türban araştırması” gazetelerde yayımlandı.

Araştırmanın ortaya koyduğu bulgulardan biri üniversite mezunu türbanlı kadınların yüzde 60’ının başı açık kadınlardan destek görmediklerini söylemeleri! “Başı açık kadın, başı örtülü kadına sahip çıkmıyor” diyenlerin Türkiye genelindeki oranı ise yüzde 48.

Bu tablo “kadın dayanışması” açısından eleştiriliyor. Nazlı Ilıcak dün şöyle diyordu: “Bir yandan kadının özgürleşmesini isteyip, bir yandan da başı örtülülerin çalışmasına karşı çıkanlar, aslında çelişkili bir durumu yansıtıyorlar.”

Evet, o cepheden bakılınca böyle görülüyor. Çünkü oradan bakınca mesele bir “giyim özgürlüğü, inanç özgürlüğü” meselesi! Kadınların toplumsal hayata katılabilmeleri, hatta sokağa çıkabilmeleri bile bu örtü ile ilgili ve o örtü yoksa “kadın özgürleşemiyor” gibi görülüyor.

Ama öteki cepheden bakınca görülen de bir özgürleşme meselesi değil.

Türkiye’de kadınların bugün sahip oldukları haklar, durduk yerde gelmedi. “Atatürk devrim yaptı, kadınlar özgürleşti” ilkokul ders kitaplarında geçerli bir bilgi olabilir ama gerçek hayattaki özgürlük, böyle kazanılmadı ve o mücadele halen sürüyor.

Ben çocukken Anadolu kentlerinde yanında yaşı küçük de olsa erkek kardeşi olmayan bir genç kızın tek başına ya da arkadaşlarıyla bir yerde oturması, çay içmesi pek hoş karşılanmazdı.

Ben lise yıllarındayken sınıf arkadaşınız olan bir kız ile sokakta yan yana yürümeniz, onunla “sevgili” olduğunuz anlamına gelirdi, görünmeyen tehlikeler içerirdi. Öğretmen dayağı, ağabey terörü, mahalleli delikanlıların gururu gibi!

Bugün “Başı örtülülere destek vermiyorlar” diye eleştirilen kadınlar, kendi kişisel özgürlükleri için ciddi mücadeleler verdiler. Belki bu arada annelerinden, babalarından, ağabeylerinden, küçük erkek kardeşlerinden dayak bile yediler!

Şimdi bugün geldiğimiz noktada bütün bunların geriye sarıldığını görmeleri ve bundan endişeye kapılmalarından daha doğal ne olabilir?

“Kadın özgürlüğü, kadın hakları” denilince bu kadınlar başka şeyler anlıyorlar: Eşit işe eşit ücret, kadına yönelik şiddet ile mücadele, eşit temsil hakkı, kendi vücudunun sahibi olmak, toplumsal cinsiyetçilikle mücadele ve benzerleri.

Bunlar evrensel kadın talepleri ve bugünün Türkiye’sinde kadın hakları mücadelesi de bu zeminde veriliyor. Onlara “Başını örten kadın özgürleşir” önermesini kabul ettirmek o kadar kolay değil, çünkü bu öneri inandırıcı değil. Kendi vücudunun sahibi olamayan, sokağa çıkabilmek için belli bir şekilde giyinmek zorunda olan, “Kadının yeri evidir, çocuğunun yanıdır” diye baskı altına alınan bir kadın nasıl “özgür” diye tanımlanabilir?

Ve kadınlar ile erkeklerin eşit olmadıklarının altını çizmeye yarayan bir aksesuvar, nasıl “kadın özgürlüğünün sembolü” olabilir?

İstanbul’a yangına karşı ‘muska’ yazdıralım!

HAYDARPAŞA Garı’ndaki yangının bize gösterdiği bir şey var: Bu kent, yangına hazırlıklı değil!

Tarihi boyunca yangınlardan çok çekmiş bir kent ama bir baca yangını ile bir tarihi eserdeki yangına aynı şekilde müdahale edebiliyor. Ya da müdahale edemiyor mu deseydim?

Kentin belediye başkanı, maşallah uluslararası belediyecilik kurumlarının başına da seçilebiliyor ama kent en değerli eserlerini koruyamıyor!

Yangından önce Mimarlar Odası ilgili mercileri uyarmış, restorasyonda yanlış malzeme kullanılıyor diye. Kimse dikkate almamış. Yangından sonra açıklanıyor ki, restorasyon sırasında “yanıcı” nitelikte malzemeler kullanılmış. Bir tarihi eserin çatı restorasyonunda kullanılan malzemelerin yangına dayanıklı olup olmadığını denetlemek kimin işi? O işi düzgün yapmayandan hesabı kim soracak?

Ortaya çıkıyor ki İstanbul itfaiyesinin elinde yüksek binalardaki yangınlara müdahale edebilecek malzeme ve ekipman yok. Yangın söndürme uçakları Ankara’dan geliyor, onlar gelene kadar çatı zaten yanmış oluyor! İtfaiyenin elindeki araçların merdivenleri kısa, mecburen denizden tuzlu su fışkırtılıyor, yangının tahrip edemediğini deniz suyu tahrip etsin diye! İtfaiye araçları zamanında yangın yerine gelemiyor, trafik yoğun diye!

Ve bu kentte birbiri ardına yüksek binalara ruhsat veriliyor, gökdelenler dikiliyor. Orada çıkabilecek olası yangınlara karşı da itfaiye müdürü “muska” yazdırıyor olmalı, elinden başka bir şey gelmeyeceği için!

Çağdaş Türk resminden bir kesit

HAFTA sonunda Belçika’daydım. Daha önce adını hiç duymadığım Hasselt kentinde çağdaş Türk resim sanatından bir kesit sunan bir serginin açılışı için. Sergi, arkadaşım Dağhan Özil’in kişisel koleksiyonundan seçilmiş eserlerden yapıldı. İstanbul’daki güneşi bırakıp, Belçika’nın gri gökyüzünün altında kendimi hafif bir depresyona bırakmamın nedeni de bu zaten.

Dağhan, gençlik yıllarında (1983) “Ankara’da bir haftalık sanat dergisi çıkarmak” gibi bir çılgınlığa kapıldı. Bir gün çıkardığı dergiyi ayakta tutabilmek için çok severek aldığı bir resmi bir aile büyüğüne satınca, bu işten para kazanabileceğini fark etti. O günden beridir de galerici olarak yaşamını kazanıyor.

Hasselt’teki sergi, yerel yönetimin desteklediği ve bir benzerine İstanbul’da kolayca rastlayamayacağımız büyüklükteki bir kültür merkezinde yapıldı.

Çağdaş Türk resim sanatının değişik dönemlerini yansıtan sergide Ergin İnan, Ömer Uluç, Bubi, Bedri Baykam, Haluk Akakçe ve Ekrem Yalçındağ’ın eserleri yer aldı.

Her sanatçının değişik dönemlerini gösteren ve sanatlarının kendi içindeki gelişimini yansıtan resimleri tercih edildi.

Ayrıca sergideki ilk ve son kuşağı temsil eden iki sanatçının, Ergin İnan ve Haluk Akakçe’nin desenlerine de yer verildi. Sanat tarihçisi Zeynep Yasa Yaman’ın sergi için yazdığı değerlendirme yazısı da Belçikalı sanatseverlere Türk resim sanatının gelişmesiyle ilgili bir çerçeve sunuyor. Bu tür işleri önemsiyorum. Bu batı kültürü karşısında duyulan bir aşağılık kompleksinden değil, Türkiye’nin de dünya kültürü açısından önemli bir ülke olduğunun altının çizilmesi bakımından.
Bu serginin İstanbul’da da tekrarlanacağını sizlere duyurmuş olayım.
Yazarın Tüm Yazıları