BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün şunları söyledi:
"Kardeşim, vatandaşın bir kısmı içiyor mu? Buyursun içsin. Ama bir kısmı içmiyorsa, bırak o da içmesin. Mahalle baskısı deniliyor ya asıl mahalle baskısı bu ülkede ’Ben içmiyorum kardeşim, sen buyur iç’ anlayışında olanlara yapılıyor."
Başbakan bu sözleri, Moda İskelesi’ndeki lokantanın restore edilip belediyenin bir şirketince işletilmesi ile birlikte uygulanan içki yasağını eleştirenlere karşı çıkmak için söyledi.
Moda’daki protestocuları hedef göstererek "Hayatı şişenin içinden görüyorlar" dedi.
Ne yazık ki bu ülke, gerçekleri çarpıtmayı "konuşma sanatı zanneden" bir başbakan tarafından yönetiliyor.
Bu ülkede şöyle bir gerçek var: Herhangi bir içkili lokantaya gitseniz ve deseniz ki "Ben içki içmiyorum, sen bana bir meyve suyu ver", alacağınız yanıt bellidir: "Hay, hay!"
Ancak içki satılmayan bir lokantaya gitseniz ve "bana şuradan bir tek rakı ver" deseniz, başınıza nelerin geleceği de bellidir. Hakaret işitmeden oradan çıkabilirseniz, ne álá!
Başbakan ne zaman isterse, birlikte bunu test edebiliriz! Hesaplar benden.
Öte yandan bütün lokantalarda içki satışının serbest olması gerektiğini de savunuyor değilim.
Kişisel girişim hakkı, yasalara uymak koşuluyla dileyenin dilediği türden bir işletme kurma hakkıdır.
Kimse, "Neden sen lokantanda içki satmıyorsun" diye kimseyi suçlayamaz. Tıpkı, lokantasında içki satanların suçlanamayacakları gibi! Sorun, belediyeye ve kamu işletmelerine ait tesislerin, belli bir yaşam biçimini dayatmak için kullanılması ile ilgili.
Belediye orayı yapıyorsa, onun içinde benim vergilerim de var. Hatta belki din-iman laflarını ağzından düşürmeyen sahtekárlardan çok daha fazla payım var.
Kimse kimseyi içki içmeye zorlayamaz. Ama bu iktidarın kafası, bazı insanları içki içmemeye zorlamayı normal görüyor.
Bunun adına da Başbakan kusura bakmasın ama "faşizm" diyoruz!
Kimseye dokunulamayacak ki
ALMANYA’daki Deniz Feneri soygununun, Türkiye’deki Deniz Feneri ve Kanal 7 televizyonu ile bir ilgisinin olabileceğini, okuma yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuk bile düşünebilir.
Nitekim en sonunda savcılık bir suç duyurusunu ciddiye aldı ve 5 savcı bu olayı incelemek üzere görevlendirildi.
Ancak ortada ciddi bir sorun var.
Bu soruşturmanın RTÜK Başkanı Zahid Akman gibi bürokratlar ile AKP’nin parlamento grubundaki bazı kişilere karşı uzaması kaçınılmaz.
O zaman da devreye "dokunulmazlıklar" meselesi girecek.
Kamu görevlisi konumunda olanlar için "üstlerinden izin" istenecek ve elbette o izin alınamayacak.
Milletvekili konumunda olanlara ise yeniden seçilemeyene kadar soru bile sorulamayacak.
AKP iktidarı da böyle aşağılık bir suçla ilgili davanın sürüncemeye bırakılmış olmasında "ferahlık" bulacak.
Hükümet bu işte gerçekten ciddi ise bu konu ile ilgili olarak yargılanması gerekenlerin her türlü dokunulmazlığının kaldırılacağını da açıklamalı.
Merak ettiğim iki konu
1- Sağlık Bakanlığı, Dr. Muzaffer Kuşhan’a ait Polonezköy’deki zayıflama kliniğinin tüm faaliyetlerinin durdurulmasına karar verdi.
Dr. Kuşhan’ın kliniğinin kapatılma gerekçesi tedavisi ile ilgili olarak izin ve ruhsatların bulunmaması.
Bu klinik neresinden bakarsanız on beş yıldır orada faaliyet gösteriyor. Gazetelerde, dergilerde bu klinikte zayıflayan insanların öyküleri yazıldı, çizildi.
Merak ettim, bugüne kadar Sağlık Bakanlığı’ndaki ya da İl Sağlık Müdürlüğü’ndeki bir tek görevlinin aklına "Bu klinik iznini kimden almış" diye sormak gelmedi mi?
Bugüne kadar bu soru sorulmadıysa, o kadar görevli neden maaş alıyor?
2- Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Ilısu Barajı’nın yapım çalışmaları ile ilgili olarak TOKİ’den bilgi almış.
Bizde bilgi almaya giden siyasilerin, ne çok şey bildiklerini göstermeleri için, gittikleri yerde konuşma yapmaları ádettendir. Nitekim Eroğlu da öyle yapmış.
"Bölgenin turizm merkezi haline gelmesini istiyoruz" diyor.
Ilısu Barajı yapılınca biliyorsunuz bin yıllık geçmişi ile Hasankeyf sular altında kalacak.
Merak ettim: Orası turizm bölgesi olacaksa, turistlere ne göstereceğiz? Sular altında kalacak Hasankeyf’in fotoğraflarını mı?